19 Nisan 2022 Salı

Ülker Abla - Seray Şahiner

 


 

Tanımadığım bir yazar, sürekli karşıma çıkan...  Tavsiye ediliyor... Artık algıma nasıl yer ettiyse girdiğim kitapçıda ilk gözüme çarpanlardan... Evet evet  tatlı bir  tacizle alıp okuyacaksın beni diyor da diyor... Çaresiz alıp başlıyorum. 

Bir hemcinsimin kaleminden  diğerinin hikayesi... Göz yumduğumuz, yardım etmekte aciz kaldığımız belki kendimiz, belki yan komşumuz, belki evimize her gün girip çıkan bir kadın... Adı Ülker olmuş bu hikayede... Can havliyle kaçtığı evinden, sığındığı hastanede, zekası, yoğun mizah duygusuyla sağ kalabilmeyi başaran...

Baba evinden kaçarken koca evine tutulan yüzlerce, binlerce kadından biri olmak... Yeter artık çıksın hastaneden dediğim bir nokta var. Ya da sürekli bahsedilen "don" ve "s..mek" meseleleriyle verilen keskin bir rahatsızlık...

Bir kadının gözünden, toplumda olup biteni izliyorum adım adım. İyilik, yardım, umut, çaresizlik, ölüm, vicdan,namus alıp  alıp bırakıyor... Üstelik sade cümlelere eşlik eden mizahla, kolayca okunurken... İyi edebiyat derken cümleleri zorlayan, eğip bükenler yoruyor açıkçası. Oysa Seray Şahiner o kadar doğal ve akıcı yazmış ki aynı gün  bitiriveriyorsunuz kitabı...

Hastane gözlemleri, bir takım prosedürlerini neredeyse ince detayına kadar bilmesi özgeçmişine baktırıyor. Bir sağlıkçı ya da hasta geçmişi var mı diye. Her ne kadar pandemide hastane hikayelerine alışmış olsak da Ülker "Abla" bir mecburi refakatçi hikayesi...

Ödül alan kitaplarını merak ederek en kısa zamanda okumalıyım diyorum bir de ...

 

 

Arka Kapak

" Hani diyorlar ya, rüyamda bunun bir rüya olduğunu biliyordum diye... Kâbustaydım ama bunun hayatım olduğunu biliyorum."

...

Hem benzersiz hem de fazlasıyla tanıdık biri Ülker. Kocasından şiddet görmüş, gidecek yeri olmadığından bu eziyeti yıllarca sineye çekmiş bir kadın. Derken bir gece evini terk eder. Yeni bir yaşam alanı ararken can havliyle bir hastaneye sığınır ve orada kalabilmek için kimsesiz insanlara refakatçilik etmeyi iş edinir. "Ağlayanın bir, gülenin bin derdi vardır." diyen Ülker, keskin mizah duygusunu savunma sanatı olarak kullanıp hayatta kalmanın yollarını arar. 2012 yılında Hanımların Dikkatine ile Yunus Nadi Öykü Ödülünü, 2018 yılında Kul ile Orhan Kemal Roman Ödülünü kazanan Seray Şahiner, Ülker Abla ile Türkçe edebiyata yeni bir ses, çok güçlü bir kahraman armağan ediyor!

9 Nisan 2022 Cumartesi

Dune - Çöl Gezegeni - Frank Herbert

 

Ve sonra Butleryan Cihadı olur. İnsanlar, neredeyse düşünmeyi devrettikleri bilgisayarlara karşı zafer kazanırlar. Artık bilgisayar yani düşünen makina üretilmesi dinen de yasaklanmıştır. Peki ama uzay seyahatleri nasıl yapılacaktır o zaman? Bu noktada "melanj" isimli baharat devreye girer. Yaşam süresini uzattığı gibi algı düzeyini çok genişleterek bir çok olanak sunar. Doğal olarak paylaşılamayan bir baharattır melanj!

İster istemez karşılaştırmalara yapmaya başlıyor insan. Bir çöl, paha biçilmez bir baharat, mücadeleyle geçen yaşam ve beklenen bir Mesih! Sizin de aklınıza hemen Ortadoğu gelmiyor mu? Hatta ana-oğulla birlikte Hz Meryem, Hz İsa'ya gönderme yapılmış demiyor musunuz? Durun durun kitap yeni başlıyor. Altyapısı o kadar sağlam ki ister istemez büyüleniyorsunuz.

Kitapta kadınların baskın olduğu Bene Gesserit tarikatı  var. Öyle ki hemen her imparatorun eşi bu kadın tarikatı tarafından üstün özellikler kazandırılarak eğitilmiş. Genlerle oynayarak yani birleşmeleri ayarlayarak istedikleri üstün insanı yaratmaya çalışıyorlar. Nazisizm diyeceksiniz tabii ki... Böyle bir erkeğin doğması için çalışırken, çöl gezegeninde de onun geleceği efsanesini yerleştiriyorlar. Yani Dune gezegeninde yaşayan Fremen halkı bir Mesih bekliyor.

Çölde, su yoksunluğuyla yaşayan bu halk yarı göçebe, kumullar altında kendilerine yaşayacak yerler yapmış. Siyeç deniyor buralara. Bir nevi bizim Kapadokya'mız gibi. Güvenlik amacıyla yer altına doğru genişleyen şehirler yapılmamış mıydı orada da ?

Kitapta, gönderme yapılan konular inanılmaz... Ari ırk yaratmaktan tutun, Cihad'a, din ve siyasetin yönetimde birlikte olmasından tutun, yaratılan muhteşem ekolojik sisteme, inançlara kadar her şeyi hayranlıkla nefes almadan okuyuveriyorsunuz. En arkada bu dünyaya ait bir sözlük, ekolojisini ve dini inanışları anlatan kısa bölümlere rastlamaksa gerçekten harika.

Frank Herbert'in yaşamını merak ediyorum... Gazetecilikten, dalgıçlığa, ekolojistliğe kadar bir çok mesleği olmuş para kazanmak için. Yukarıda Ortadoğu'dan bahsetsem de Herbert, Büyük Sahra'da, Libya, Cezayir civarında yaşamış. Hatta Pasifik Okyanusu'ndan gelen kumulların yarattığı çölleşme etkisi ve bunun nasıl önlenebileceğine dair bir projede yer almış. Dolayısıyla kitabın temeli sağlam kurgusunu az çok anlayabiliyorsunuz. Kitaptaki Fremenleri Bedeviler olarak görsek de Tuareqler olabileceği söyleniyor. Onların da kadın baskın yaşamları, yüzlerine sardıkları kumaşın bıraktığı mavi iz, iyi çay demlemeleri arada bağlantı kurulabilecek kısımlar...

Dayanamayıp ikinci cildi de bitirdim. Yani Paul Attreides'in Mesih olarak dini yönetime geçtiği dünyadan bahsedilen Dune Mesihi cildine. Anlatacak ne çok şey var diye düşünüyorum heyecanla ama kendimi tutup bırakmayalım bir yer de değil mi? 

Tiamat - İhsan Oktay Anar

 



Elimde uzun cümlelerindeki tatlı mizahla ilerleyen bir roman vardı. Tam da "Aa bu cümleler İhsan Oktay Anar'ı anımsattı bana derken", Tiamat'ın yorumunu henüz yazmadığımı farkettim. Son dönemde yok fotoğraf çekmedim, yok yazısını yazmadım diye diye bıraktım kitap yorumlarını... Bir heves göz gezdirdim Ustanın son romanına ve oturdum bilgisayarın başına...

İhsan Oktay Anar kitaplarında en sevdiğim şey yazarken önce kendisinin eğlendiğini hissetmem. Cümlelerdeki detayları okurken gülümsemeden edemiyorum. Mesela zombi ateşle beslenecek, ortaya çıkıyor ama yaptığı şey saçlarını yağlayarak yana atıp kelini kapatmak öncelikle... Ya da midesindeki alevlerden arta kalan külleri makatından atması...

Öte yandan uzun zamandır  sadece askerlerin olduğu yiyecek, içeceğin sınırlı olduğu bir denizaltındasınız. Oradaki sıkışmışlığı, yokluğu hissederken gene de gülümsemek çok eğlenceli geliyor bana. Sanırım İhsan Oktay Anar okumayı sevmemin nedenlerinden biri bu.

Bir de sanki kendi bir konuyu merak ediyor, araştırıyor, hakim oluyor öyle ki dönemin denizaltılarının kataloglardan örnekleyecek kadar ya da o sistemin nasıl işlediğini kelimesi kelimesine bize anlatacak  kadar. Ve o sevdiği konu üzerine roman yazıyor.   

Girişteki fenerbalığını resmini irkilerek araştırdıktan sonra, "başlangıç, kutsal rüzgar" gibi kelimelerle tamam bir yaratılış durumu var deyip devam ettim. Her karakter çok iyi tanımlanmış ki gözünüzde canlanıyor. Okurken o sıkışmışık tiyatroda nasıl olur diye düşündüm ister istemez. Sonra sinemda neden olmasın dedim, o kadar iyi tanımlanmıştı ki her şey. Karakterlerden tutun, ortama kadar...

İncecik bir kitap, Andy Warhol'dan, Birinci Dünya Savaşı'na, dinlerden, asker, sivil, yönetim mekanizmasına, "anormal durumu para-anormal" açıklamasına kadar çok konu var ki...

Denizaltı deyince insanın aklına Çanakkale Boğazında batan, içimizi sızlatan Dumlupınar denizaltısı geliyor... Ve kitabın sonlarına doğru yapılan gönderme,  gözlerini dolduruyor insanın... Ne diyebilirim, usta bir kalem ve zihnin ürünü olunca her şeyin  mümkün olduğu bir roman olmuş Tiamat...

 

13 Kasım 2021 Cumartesi

Deli Tarla - Şermin Yaşar

 


 

Okurken sesi kulaklarımda. Hatta aydınlık yüzü eşlik ediyor satırlara... Derken anlatıcının erkek olduğunu farkedip gülümsüyorum. Damıttığı bir dolu karakterle kimi zaman ince bir sızı halinde yüreğe sızıyor. Ama ille de gülümseterek... Sanki kıyamıyor ille de gülümsetmeli, olaylara mizahı eklemeli. Türk Edebiyatı'na, Türkçe'ye hakimiyetinden tutun çocuklarıyla nasıl konuştuğunu bildiğim bir yazarın karakterlerini okumak, gelecekte neler yazacağını düşündürüyor bir yandan da.  Bir dolu karakter, biriktiriyor sanki, roman taslağı yazar gibi... Yoksa sabırsızlıkla yazıp bitiriverdiği büyük, küçük öykülerine devam mı?  Zaman gösterecek... Her ne yaparsa yaratıcılığına eklediği çalışkanlıkla izlemeye devam edeceğiz sanırım... Aklımızda sesi ve gülümseyen yüzüyle...

10 Kasım 2021 Çarşamba

ZAMİR - HAKAN GÜNDAY

 

ZAMİR  - HAKAN GÜNDAY

 

Bir vakıf düşünün, amacı yalnızca barışı sağlamak olan... İnsan hakları, düşünce özgürlüğü, eşitlik ya da adalet, kadın hakları  gibi kavramları önemsemeden, her ne pahasına olursa olsun insanları yaşatmaya odaklanmış bir vakıf...

Ve raflardan market sepetine ani bir refleksle atlamış bir roman... Yazarı, onca kitabının arasında Zamir'le okumaya başlamış olmam tesadüf mü? Yoksa uzun süredir cevaplarını aradığım sorular mı beni çağıran? "Sadece ortak bir tehditle kenetlenen toplumlarda barışın sürekliliği nasıl sağlanır?" , "Amaca giden her yol mübah mı gerçekten?"

Ana konu barış ve alt katmanlarında, insan, kadın, yardım kuruluşları, çocuklar, mülteciler, savaş, kıtalar, çözüm arama derken dallanıp budaklanıyor sayfalar... Bazen yazım sürecinin uzunluğunu hissedersiniz ya öyle oluyor. Gerçekten de sekiz yılda yazılmış Zamir, sorulara cevaplar aranarak kendi deyimiyle yazarak düşünmek istemiş yazar...  

Nedense çok keskin olabileceğini düşünüp, ruh halimi etkilemesin diye uzak durmuştum bunca zaman Hakan Günday'dan. Beklediğim keskinlikte, sürükleyicilikte olmasa da düşünceleri tetikleyen  akıl dolu sayfalarda dolaşmak hoş olabilir. Dünyanın halini dert edinenler,  umut aramadan dolaşın sayfalarda derim...

 

Arka Kapak

"Yeni bir binyılın arifesinde, Birinci Dünya Barışı Vakfı'nda çalışan Zamir'in görevi ne pahasına olursa olsun savaşları durdurmaktır. Baş döndüren barış senaryoları, komplolar ve mücadeleler içinde Zamir şu soruya yanıt arar: İnsan nasıl barışır?

"Demek ki bu evrede her şey bir şarapnel bulutu. Demek ki Samanyolu ve içindeki güneş ve etrafındaki dünya ve üzerindeki insan ve aklındaki her şey bir şarapnel. Düşüncesi, inancı, duygusu, icadı, hepsi. Demek ki insan insana saplanmak için var... Zaten öyle olmasaydı bu kitap olmazdı..."

17 Ekim 2021 Pazar

Anadolu'da Batıl İnanış, Ritüel ve Mit - Göktuğ Halis

 


 

Günlük yaşamın anlık koşuşturmacaları, gelecek kaygıları arasında bugünü, kendimizi anlamaya çalışmak özellikle de bizimki gibi az gelişmiş bir ülkeydeyseniz çok zor. Genellikle ana odaklanıp, anın gelip geçiciliğinde kaybolmak olup biten sanırım. Son bir kaç yıldır insanları eve kapatan bir salgının getirdiği  yalnızlıkla, kendini anlamaya çalışma patlaması...

Hiç bir şey aynı kalmıyor, sürekli değişiyoruz. En basit şekilde görebileceğimiz hali, yaşadığımız topraklara bakmak. Bir psikiyatristin karşısında zihnimizin kıyı köşesini kazımak gibi toprağı kazıp çıkanları anlamlandırmaya çalışmak. Bu topraklarda binlerce yıl öncesinde yaşananları ve o günlerden bugüne geleni, zaman içinde harmanlananı görebilmek.

İnanç, kollektif bilinçle binlerce  yıldır bizimle. Bugün kendimizi anlamaya çalışırken   çıkan parçaları bu topraklarda görmeye çalışmak yani inanç katmanlarına da bakabilmek nefis değil mi?  

Her dönem kurumsallaşan, sınırları çizilen inançların yanında alternatif inanç katmanlarını anlayıp, bugüne nasıl geldiklerini öğrenmek dinler tarihi izlerini takip eden benim için muhteşem bir konu. Ne demek istediğimi biraz açayım. Anadolu'nun şu anda çok büyük çoğunluğu Müslüman. Ama her şey ortodoks İslam dediğimiz sınırları belli bir inançla mı açıklanıyor? Türbe kültüründen tutun, her coğrafyada ayrı adlarla kutlanan ve sahiplenilen bahar bayramlarına ya da ne bileyim nar kırmaya giden inançlar Müslüman olmamızı engelliyor mu ya da başka bir dine mensup olmamızı?  

Anadolu gibi nice medeniyete ev sahipliği yapan, uygarlıklar arasında köprü olan toprakların geçmişi birbirine karışan bir dolu inanç, toplumla dolu... Peki şu andaki hakim inancın içinde, çevrenize baktığınızda bunları anlamak istemez misiniz?

Tam bu noktada "Anadolu'da Batıl İnanış, Ritüel ve Mit" kitabı bize yardımcı olabileceklerden...

Hatay; Mekke, Kudüs ya da Vatikan gibi birinci derece dini kimlik taşımasa da İstanbul ya da Roma gibi önemli tarihsel kimliği olan şehirler arasında olduğu için özellikle öğrenilmesi  gereken bir şehir bence. Hele de dinler tarihiyle ilgileniyorsanız ve Anadolu'yu adım adım öğrenmek istiyorsanız... Hayranlık uyandıran coğrafyasına eşlik eden semboller arasında dolaşmanın tam zamanı.

Amin Maalouf'un "Empedokles'in Dostları"'nda da  geçen Antioche Adası'nı  ve bu ismin İskender'in komutanlarından Antiokos  olduğunu gülümseyerek hatırlıyorum kitapla... Ve neden bugünkü Antakya'ya bu ismin verildiğini...

Şehirlerin birbirine benzer kurulma hikayeleri, efsaneleri var. Kurulma öykülerinde, Tanrısal gücün desteklemesi, yol göstermesi ön plana çıkıyor birbirine benzer şekilde. Bu daha sonra yöneticiye geçen Tanrısal güç olarak da devam ediyor.

Hatay'ın yani Antiokos'un kuruluşu da bu şekilde. Coğrafi konumu çok iyi olan, ticari yollar üzerinde bulunan Hatay, İskender'in Anadolu'da Persleri yendiği coğrafyada kurulmuş. İskender'in vefatından sonra onun önemli komutanlarından Antiokos'un oğlu Selekuos tarafından. Seleukos, şehrin yerine karar vermek, Tanrısal gücün desteğini alabilmek için adına kurban keser. Zeus tapınağı tarafından gelen bir kartal, bir parça kurbanı alıp deniz kıyısına bırakır. Kartal sonra geri dönüp daha büyük bir parçayı alarak bugünkü Habib-i Neccar Dağı'nın eteklerine, Asi Irmağı kıyısına bırakır. MÖ 300 de şehrin kuruluşu tamamlanır. Şehrin kuruluşunda Zeus'un öz benliğini temsil eden kartaldan yardım alınmıştır yani kutsalın desteği onanmştır. Benzer şekillerde Roma ve Kudüs'ün kuruluşlarına da değinilmiş kitapta. Roma'nın dairesel yapısı, yine bir kardeş katli, kurt imgesi, dört bir yandan gelen yapı ustalarının kazdıkları çukura attıkları toprak ve diğer şeylerle buranın "mundus" yani dünya, kozmos olarak adlandırılması. Dinler tarihinde çok önemli bir yeri olan Kudüs, sürekli bahsettiğim bir şehir zaten.  

Hadi gelin şimdi de "Musa Ağacı" olarak adlandırılan görkemli ağacın yanına gidelim. "Ağaç", kökleri, göğe uzayan gövdesi, dallarıyla inanç tarihinin önemli sembollerinden biri. İnsan ruhlarının ağaç aracılığıyla göğe ulaştığına inanılıyor...

Kuran-ı Kerim'de bahsedilen,  Hz Musa ve Hz Hızır'ın burada buluşması ana konu. Kuran-ı Kerim'de El Kehf Suresi'nde anlatılanlar... Ölümsüzlük suyunun aranması gibi  semlboller temel konular, Sümer'e Gılgameş'e uzanan, İskender'le devam eden... En iyisi bunları kitabın sayfalarında dolaşarak öğrenmek. Her şey bir yana muhteşem bir  Jung analiziyle taçlanmış konu.

Hz Hızır'ın, Nusayriler için Hıdır, Hıristiyanlar için Aya Yorgi, Mar Corcus ya da Aziz Georges, Yahudiler içinse İlyahu Hannebi  olarak  hikayelendirilmesine ne demeli... Sanırım Hatay gibi dini figürlerin yoğun olduğu şehirlerde, her dinin hatta pagan dönemden kalma sembollerin bir potada eritilip herkesce kabul edilip anlamlandırılması sizce de muhteşem değil mi?

St Pierre yani Aziz Petrus kilisesi,  Hıristiyanlığın adının geçtiği ilk merkez, ilk kilise olarak geçiyor. Hıristiyanlık her ne kadar Kudüs'te doğmuş olsa da bugünkü haline Antakya'da kavuştuğu söylenir.  

 Kuran- Kerim tarafından desteklenen Anadolu'daki ilk cami olarak kabul edilen Habib-i Neccar Camii.  Habib-i Neccar'ın kim olabileceği...

Hatay'ın bir diğer önemli dini yapıysa Aziz Siemon Manastırı. 16 metrelik bir  sütun üzerinde   yaşadığı söylenen ve çileci keşisler ekolünü oluşturan Aziz Siemon'dan bahsediyoruz. Sütun burada tıpkı ağaç gibi göğe doğru yükseliyor. İşin ilginç tarafı bu manastır çevresinde bugün elektrik üreten direk şeklinde rüzgar gülleri var yani göğe yükselişe devam. Umarım daha fazla yapılaşma olmaz...

Konulardan konulara geçilirken küçücük bir coğrafyanın böylesine anlam ve sembol dolu olması ve bunların tüm inançlarca benimsenmiş olması heyecanlandırıyor insanı.   Yolumuz Hatay'dan geçmeli mutlaka, anlayarak bakmalı çevreye, anlamalı Anadolu'yu adım adım... Bugüne olan inancımızı tazelemek, bugünden ve gelecekten umutlu olmak adına...

17 Eylül 2021 Cuma

Beyaz Zambaklar Ülkesinde - Grigori Petrov

 

Moskova Devlet Tiyatrosu'nun duvarları çatıya kadar çatlamaya başlayıp, bina yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığında kazıp temele bakmışlar. Devasa taş binanın, çoktan çürümüş ahşap bir temel üzerine inşa edildiği görüldüğünde binanın yıkılıp yıkılmaması sorunuyla karşı karşıya kalınmış. Yüz yıl önce inşa edilen binada kullanılan ahşap kazıklar o dönem için yeterli gelmiş. Ancak yüz yıl sonra çürüyüp yıkılma tehlikesi ortaya çıktığında farklı bir çözüm üretmek zorunda kalınmış. Mühendisler, binayı yıkmak yerine, köşelerden başlayarak, yavaş yavaş çürük kirişleri büyük granit taşlarla değiştirmişler, böylece temel yenilenmiş. Devlet tiyatrosunun devasa binası yeni, sağlam temeller üzerine oturtulmuş. Bugün de hala dimdik ayakta duruyor diyor yazar. Bu kitap Bulgarca'dan Türkçe'ye 1928 yılında çevrildiğine göre bahsedilen yenilenme durumu 1800 lerin sonu 1900lerin başında olmalı...

 

Mimar Sinan gibi sorun çıkacağını bildiği yere zamanı geldiğinde ne yapılacağına dair not bırakacak kadar ön görüşlü mimarların yokluğundan yakınmıyor tabii ki kitap. Tiyatro binasıyla devlet yapılarının değişimlere açık olması, yenilenmesi konusuna giriş yapmış oluyor.

 

Ve sıklıkla düşündüğümüz asıl soru geliyor sonrasında; kahraman mı yoksa topluluk mu yazar ulusların tarihini? İngiliz düşünür Carlyle'ın düşüncesine göre kahraman dediğimiz bireylerden, yani tek başına, yüce insanlar tarafından mı yoksa tüm ulusun ortak çabasından, kitle ruhunun güçlenmesi ya da gerilemesinden mi? İngiliz düşünüre karşılık Tolstoy, hayatını yaratan, olayları yönlendiren, onlara kendi karakterlerini, kendi renklerini verenin kahramanlar değil, kitleler olduğunu söylüyor.

 

Size de tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan diye sordurmadı mı bu düşünceler?

 

Kitap 2. Dünya Savaşı öncesinde yazıldığı için mesela Gandhi'den habersiz. Gandhi'nin pasif direnişle ulaştığı başarısının biraz da İngilizlerin maddi sorunlar nedeniyle artık Hindistan'dan çıkma isteğiyle açıklandığından habersiz mesela... Peki ya 2. Dünya Savaşı hezimetle sonuçlanan Japonya'nın tekrar ayağa kalkabilmesine ne demeli?  Yani aslında varacağımız sonuç bir kahramanın, koşulları olgunlaşan toplumla başarıya ulaşabilmesi mi olmalı? Kesinlikle... İkisi birbirini tamamlıyor.

 

1811 yılına kadar İsveç yönetiminde olan Finlandiya, Suomi yani "batalık ülkesi" olarak adlandırılmış kendi halkı tarafından. Yani bataklıklar içinde, toprağı verimsiz, hiç maden bulunmayan, zorluklar içinde mücadele eden bir ülkeden bahsediyoruz. İsveç de çöplüğü gibi kullanmış bu ülkeyi diye tanımlayabiliriz sanırım kısaca. Daha sonra İsveç ve Rusya arasındaki savaşla birlikte, Finlandiya'ya hangi ülke yönetimi altında kalmak istedikleri sorulmuş. Rusya'nın, kendi içinde özerk olacağını garanti etmesiyle Rus tarafı seçilmiş Finlilerce.

 

Finlandiya, Mısır'ın Osmanlı için önemi gibi bir öneme sahip değil Rusya için. Tek önemi Rus başkenti St Petersburg'a yakın olması ve Rusya'nın Finleri tampon bölge olarak kullanmak istemesi. Sonuçta gerçekten iç yönetimine hiç dokunulmamış. Günümüzde stratejik öneme sahip ülkelerin hele de madenleri varsa rahat bırakabileceğini düşünebiliyor musunuz? Afganistan'ın mesela ya da ne bileyim Orta Doğu'nun ...

 

Böyle özgür bir ortamda, sefaletin son raddesinde yaşayan halkı canlandıracak bir kahramanla gelecek bir kıvılcım yetmiş diyebiliriz belki.

 

Snellman'dan bahsediyoruz. Yeni filizlenen Fin entelijansiyanın en önemli temsilcisinden. Birkaç Fin öğretmen, rahip, avukat ve memur, kitleleri aydınlatmak için "haçlı seferi" başlatmak üzereydi deniyor kitapta. Bu tabii ki kolay olmamış, fedakarlıklar, bitmeden usanmadan anlatmak, uğraşmakla, zaman içerisinde başarılarını anlatan başka insanların da katılmasıyla bugünkü örnek Finladiya'nın ortaya çıkması sağlanmış.

 

Biraz ütopya gibi okurken gerçekleşmiş bir hikaye ve bu hikayeyi gerçekleştiren insanların başarılarıyla, yaptıklarıyla ilgili konuşmalarını okuduğumu hatırlıyorum. Bir gece ne yapabilirim sorusuna kafanız takılarak oturuyor ve okuyacak bir şeyler arıyorsanız gerçek bir başarı öyküsünü okumak için tam zamanı diyorum.... Mustafa Kemal Atatürk'ün bu kitabı nasıl önemsediğini ve müfredata koydurduğunu hatırlatak...

 

 

 

 

Kitapta

 

 

Arka Kapak

 

"Grigori Petrov, yayımlandığı dönemde Balkanlarda olduğu kadar genç Türkiye'de de büyük bir ilgiyle karşılanan Beyaz Zambaklar Ülkesinde eserinde, uzun yıllar ulus kimliğine sahip olamamış, işgaller, toplumsal eşitsizlikler, yoksulluk ve türlü güçlüklerle boğuşmuş küçücük bir ülkenin her yönden kalkınmasının hikayesi büyük bir hayranlık ve sevgiyle anlatır. Bir avuç aydının kılavuzluğunda halkın her kesiminden insan, aydınlar, işçiler, köylüler, sanatçılar, zanaatkarlar, eğitimciler örneğine az rastlanan bir çabayla küçük ülkelerine, ulusal çıkarlarına sahip çıkarlar. Grigori Petrov da sonuçlarını bizzat gördüğü bu çabayı, birlik ve beraberliğin, ulus bilincine sahip olmanın değerini, masalsı üslubuyla eserinin hemen her sayfasında vurgular. Petrov'un Bulgar aydınlarına ithaf ettiği, onlar için bir kılavuz olarak tasarladığı bu özgün eser, Türkçeye ilk kez 1928 yılında Bulgarcadan çevrildi. O tarihten beri defalarca basıldı, pek çok kez yeni çevirisi yapıldı, harp okullarından köy okullarına kadar genç Türkiye'nin öğretmenlerine, aydınlarına da kılavuz oldu. Günümüzde okuryazarlık oranı yüzde yüze varan, eğitim ve öğretim sistemiyle, halkının mutluluğuyla diğer uluslara örnek olan Finlandiya'nın "kuruluş" hikayesi Beyaz Zambaklar Ülkesinde eserinden alınacak pek çok ders ve ilham var hala.."

13 Eylül 2021 Pazartesi

Babil Simyası ve Kozmolojisi - Mircea Eliade

 


 İnsanoğlunun zihinsel evriminin aşamalarında özellikle doğayla ilişkisinde yönlendirici olan korku ve bilinmezlikle gelen anlamlandırmalar olmuş. Anadolu'da volkanik dağlara tapınıldığını ilk duyduğumda en çok çaresizlik karşısındaki davranış şeklini düşünmüştüm. Bu aynı şekilde güneş, ay,  fırtına ya da kontrol edilemez doğa olayları için de geçerliydi.

Bir bütün olarak kabul edilen dünya, Rönesansla kendini iyiden iyiye kabul ettirmeye başlayan bilimsel düşünceyle farklı şekilde algılanmaya başlamış.  Hal böyle olunca mesela Babil ve Asur dönemine ait "doğa bilimleri"yle ilgili belgelerin incelenişinde "bilimsel hakikat"le ilgili ampirik gözlemlere, metalürji ve seramik tekniklerine o dönemde verilmeyen önem verilmiş. O dönemlerde önemli olan büyüsel ve dinsel kavramlar, zihinsel evremin erken dönenime ait boş inançlar olarak değerlendirilmiş. Oysa belli bir dönemi anlamak için bugünün değerleriyle değil o döneme ait değerlerle bakabilmek önemli.

Avrupalı olmayan kültürlerin doğaya atfettikleri değerlerin bir dizi "boş inanç" oluşturduğunu ileri süren ilkeden hareket ederek deneysel olarak doğrulanmış hakikatlere tesadüfen uyan kısımların kabul edilerek incelenmesiyle büyük hata yapılmış olunur. "Örneğin perspektif olgusunun Rönesans dönemine ait olduğunu unutan bir plastik sanatlar tarihçisi Ortaçağ ya da Asya resmini bir tek perspektif ölçütüne göre değerlendirmeye girişir ve böylece perspektif belirsiz diye yapıtın sanatsal değerini yok sayarsa ve yine, mekan görüntü hatalı diye kimi olağanüstü yapıtları görmezden gelirse, olacağı budur."

Semavi dinlerin merkezi kabul edilen Ortadoğu, Mezopotamya coğrafyasında geriye doğru gidildiğinde Sümer sonrasında Akad, Babil, Asur medeniyetlerine rastlıyoruz. Yazılı kaynak bırakıldığı için o dönemi anlamak hatta o dönemin günümüzdeki izlerini bulmak olası. Kitapta bu izler takip edilerek önemli simgelerden bahsediliyor... Mesela;

Yeryüzünde "taht", "kozmik dağ", "tapınak", dünyanın merkezi olarak kabul edilmiş. Yeryüzü, yeraltı ve gökyüzü bölümleri tapınaklarda yani zigurratlarda bariz bir şekilde görülebiliyor. Aynı şekilde dağların, ölümden sonra yer altına  geçişe aracılık ettiği kabul ediliyor. Dağların arasında doğan güneş, tahtta oturuyor. Doğu Anadolu'da Nemrut Dağı'ndaki heykeller ifade edilen tam da bu değil mi?

Babil'de zigurrat yani tapınak zirvesi evrenin merkezidir. Bu dağ sonra kutupla bir tutuluyor ve Tanrının kutupta oturduğu varsayılıyor. Kral, Zigurratın ya da Hint tapınağının katlarını, merdivenlerini çıkarken merkeze doğru giderek bir nevi Tanrıyla özdeşleşiyor. Bu bir çeşit "miraç"tır. Aynı şekilde "yaşam ağacı" yerin derinliklerinden gökyüzüne uzanan gövdesiyle göğün direği olarak kabul ediliyor.

Yeryüzünü, gökyüzünün yansıması olarak kabul eden inanışta, yeryüzünde olanların tam olarak gökyüzünde eşinin olduğu söyleniyor. Lacivert taşı oldukça önemli sembollerden biri. Gökyüzünün rengini alan taş, Ay Tanrısı, yıldızlı gecenin Tanrısı Sin'in sakallarında, Mısır Tanrısı Ra'nın saçlarında, Yehova'nın ayakları altındaki gökyakuttan tuğla döşemede karşımıza çıkıyor.

Aynı şekilde yeryüzüne düşen göktaşları nedeniyle gökyüzünün taştan yapılmış olduğu düşünülmüş. Ve bu taşlar yeryüzünde kutsal sayılmış. Daha sonra kurban verilen sunaklar olarak kullanılmış. Mesela Kubbet-üs Sahra'daki ya da Kabe'deki taşlar. O dönemde de kurban çok önemli. Tanrı'nın, dünya ve insanı yaratırken kum ve çamurun yanı sıra kendi kanını da akıtarak insana can verdiği söyleniyor. Mesela yeni bir ev için kurban kesilerek kan akıtılması ona yaşam verilmesi gerekiyor. Bu durumda taşlardaki sunaklar çok önemli oluyor. Baktığımızda dünya maddi ve manevi olarak bir bütün olarak görülüyor. Yani bugün zihinsel evrimin erken dönemlerine ait büyüsel ve mistik inanışların o dönem için ne kadar önemli olduğunu görebiliyoruz. İşin aslı bunlar tam olarak yok olmuyor şekil değiştiriyor önemli bir şekilde diyebiliriz. Kabe'yi örnek verebiliriz bu konuda...  

İnsan ilk önce göktaşından demir yapmış sonrasında madenlerden elde ettiği demiri işleme tabii tutarak kullanmış. Tabii ki maden ocakları döl yatağı olarak kabul edilmiş, döl yollarında madenlerin olgunlaştığı düşünülerek çıkarılan madenin erken doğum olduğuna inanılarak çok uğurlu olmadığına inanılmış. Dolayısıyla demircilik sadece belli kişilerin yapabileceği çok önemli işlem olarak kabul edilmiş. Madenin işlendiği ateşin yanına belli kişiler, rahipler belli ritüellerle, temizlenip arınarak giriyormuş. Aslında kimi yerde demirciler, mesela Afrika'da yaşam alanlarının dışına atılacak kadar küçümseniyormuş. Bugün  çingenelerin , bakır ve kalayla olan ilişkisi ve toplumdaki durumları o dönemlerin etkisi mi?

Kitap bu şekilde Babil dönemine ait düşünce ve inanış sistemine  doğru devam ediyor. Mircea Eliade kitapları, dinler tarihinde, insanın inanış evriminde önemli kaynakların başında benim için... Bazen tekrarlarıyla da olsa elimde her daim bir kitabı oluyor diyebilirim. Amaç geçmişi anlayarak bugüne anlamlandırmak diyebilir miyim kendi adıma? Sizce...

 

 

Arka Kapak

"Zihniyetler tarihine başlangıç niteliğinde olan bu çalışmada Eliade'nin odak noktası kadim Mezopotamya kültürüdür. Kadim ve kutsal yerler aynı zamanda doğumun, yaşam ve ölümün anlamlandırıldığı ilk merkezlerdir. Babil şehri Akkadca'da "Tanrının kapısı"dır ve doğaüstüyle kurulan bir perspektif içerir. İnsanlığın kozmosa bakışını ve zihinsel gelişimin arketipini yansıtan en iyi örneklerden biridir.

Eliade dinsel evrenin bir yorumbilgisini sunar. O, modern doğabilimcilerinin ve dinler tarihçisinin çoğu zaman ihmal ettiği meselelerde daha duyarlıdır. Yepyeni bir yöntem ve kültür felsefesiyle, her türlü simge ve mitten yararlanarak insanın kozmosla kurduğu ilişkideki doğal ve saf gerçekliği yakalar. Sahici ve otantik bir ilişki biçimi ortaya çıkar. Doğayı tamamlayan insan içsel dinamiği ve yasaları keşfetmiş, böylelikle kendisini de tamamlamıştır...

İlk uygarlıklarda hayata bakışın, çalışma ve inancın, nesne ve adların bugünden farklı bir karşılığı bulunmaktaydı. Bu kitapta Babillilerin metalürjik törenleri, derin simya bilgileri, hekimlik ve büyü sanatları, madenlerin, taşların ve bitkilerin cinselliğinden söz edilmektedir. Dikkatli okurun gözünden ise Asya kozmolojisi ve Doğu kültürünün zenginliği kaçmayacaktır."

5 Şubat 2021 Cuma

Yaban - Yakup Kadri Karaosmanoğlu

 

"Bu gelenler öyle düşman orduları falan değilmiş. Avrupa adlı bir Kraliçe'nin bizi çetelerin elinden kurtarmak için gönderdiği yeşil sarıklı evliyalarmış.

Bu Kraliçe, bizi kurtardıktan sonra İslam olacakmış. Yüreğine öyle doğmuş. Kemal Paşa'nın ne yazık ki, bundan haberi yokmuş. Çünkü etrafını, birtakım uygunsuz adamlar sarmış; bunlara "mahpus" derlermiş. Her biri ipten kazıktan kaçmış, kötü kişi imiş. Bütün memleketi bunlar haraca kesmişler. Vergiyi, aşarı alır, kendilerinden yerlermiş.

İşte, şimdi bütün bu musibetlerden kurtulacağımız gün gelmiş. Zaten, yeşil sarıklı evliyalar ne tüfek kullanırmış, ne top. Bir okuyup üfürdüler mi, önleri dümdüz olur yürürlermiş". Sh121

"Düşman, tee İzmir'de idi, sağdan sataştılar, soldan sataştılar. Herife rahat vermediler. Buralara kadar gelmesine sebep oldular. Ne diyeyim bilmem ki, Allah sebep olanları..." Sh152

 

Orta Anadolu'da, Haymana Platosu'nda bir köy...  Porsuk Çayı bir yanda, Ankara uzak bir yanda... Birinci Dünya Savaşı sonrası... Bozkırda, tepelerin arasında tek kollu bir subay. Dünya Savaşı'ndan sonra, Paşa babasının konağını satıp, emir eriyle Anadolu'ya gelmiş. Uğruna savaştığı insanlarla bir olmak, yaralarını birlikte sarmak için. Yalnız kalmaktansa canını ortaya koyduğu Vatan'ında saygı, sevgi görmek, faydalı olmak isteğinde...

Bozkırın ortasında, kuş uçmaz kervan geçmez bir köy. Ağasından, imamına, çavuşundan, kadınlarına, şeyhinden sert çocuklarına, gülmeyen bir dolu insan. Küçücük dünyalarından ötesini bilmeyen, yaşam savaşını bozkırın ortasında, bozkır gibi düşünerek veren insanlar. Ve onlara katılmak isteyen bir aydın! Bugün yazılmış duygusu sıklıkla zihnimi ele geçiriyor okurken, oysa yüz yıllık bir romandan bahsediyoruz. Ana fikri, aydın ve köylü arasındaki uçurum, cahillik, bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın diyen halk gibi cümlelerle açıklamak kolay. Bu yorumu yazdığım 6 Şubat 2021'de dünya pandemiyle sarsılıyor. En başında, "yaşlıları etkiliyor covid, bize bir şey olmaz nasılsa" diyenler mi dersiniz ya da "bana bir şey olmaz" deyip yaşamına normal devam edenleri mi? Bozkır o güne kadar  savaş görmemiş, uzaktan gelen top seslerini, uçakları oyun gibi algılıyor. Kitap okuyan insan görmemiş, gece yarısı kitap okuyan bir insanı yargılıyor. Dünya pandemi mi görmüş ne olacağını kestiremeden devam etmek istiyor günlük yaşamına... Hala kitap okuyor muyuz da eleştiriyoruz. Pandemi rakamları geçmedi mi milyon dolarlık futbol skorlarının yerine?

İnsan, toplum içinde, toplumla birlikte yaşayan varlık olduğunu kabul edip ona göre yaşamaya başlar mı dersiniz? Bireysel çıkarların önüne koyabilir mi toplum çıkarlarını? Olur mu dersiniz? Yüz yıldır bir şey değişmemiş olması, imkansızı mı anlatıyor sizce? Bir dolu soru, bir dolu konu, güçlü bir kitabın ardından...

21 Ocak 2021 Perşembe

Bu Da Geçer - Ece Temelkuran

 

Bu Da Geçer - Ece Temelkuran

 

Evimdeyim... Bulabildiğim karahindibağlarla görsel çekiyorum okuduğum kitaba. Üfleyip, yaymazsa bir daha büyümeyeceklerini düşünen bir çocuğa, kalpten selam yollamak isteğim...

Evimdeyim... Yıllardır evinden uzakta olan bir kadının kelimelerinde yol alıyorum usul usul. Çok uzun zamandır evinde hissetmeyen, sürekli tedirgin bir ömür geçirmek benimki de... Hepsi bu mu? Çılgın bir gürültünün ortasında, hepsi bu mu diye düşünüyorum. Çokça kulaklarımı tıkarken, iç sesime eşlik ediyor kelimeler... Kocaman kuru gürültünün ardına gizlenmeye çalışılan bir dolu olayın ardında yaşamaya çalışmak, evinden uzakta, evinde ama kaybolmuşken...

Ülkelerin birinde, tam olarak 2013 sonbaharında yapılan zehir gibi konuşmalarla aklım takılıyor gidenlere... Sonra Amin Maalouf geliyor,  Doğudan Uzakta romanıyla. Bıçak keskinliğindeki Çador'a gidiyorum, Mungan'ın.

Gitmek ya da gitmek zorunda olduğu için gitmek, sürgün olmak. Adının önüne eklenen yazarın sevmediği bir kelime "sürgün"! Tam da bu kelime nedeniyle, ödüller alıyor, konuşmalar yapıyor, istediği gibi yazabiliyor. Kendinden başka bir yerin evi olmadığını düşünürken yazılanlar, konuşulanlar, ana dile uzak yalnızlıklar... Söylenecek ne çok şey var, üzerinde konuşulacak, katman katman açılacak... Bugün canım istemiyor sanırım, ikiye ayrılmış toplu yazılara dair kitaptaki gibi. Ülkede yayınlananlara eklenen umut ışığı, mücadele etme isteği karşısında yurt dışında yazılanlar... Ne garip herkes, hep kendinden uzak olduğunun düşünür yaşananların... Aynı ülkede bile farklı şehirler hatta şehirlerdeki farklı mahalleler için geçerlidir bu... Dedim ya bugün gene içime kaçtım. Beklersem hiç yazamayacağım için bu seferlik böyle olsun. Alıştırma, motive etme diyelim kendi kendimi...

Sevdiğiniz bir yazarın toplu yazılarında dolaşmak iyidir, iyi gelebilir insana... Hadi siz de gidin, dolaşın kelimeler arasında...

 

Arka Kapak

"...Ben seni düşünüyorum yazarken. Seni içtenlikle düşünüyorum. Sözcüklerden bir sevgi olanağı görüyorum. Bunun beni kurtarmasını ya da seni...

Sen ve ben, sevgili okur, son on yıldır -ki bu on yıl ömrümüzden gitti- dedik ki, "Bu da geçer." Birileri de hep karşılık verdi, "Böyle diye diye ömür geçti." Eh, orası da doğru. Peki o zaman ne yapmalı bu ömürle?...

Ece Temelkuran içinden geçtiğimiz çıldırtıcı gürültünün ortasında sözcüklerle ferahlatan soluk aldıran bir alan açıyor."

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...