Bir gece yarısı... Evi saran dem
kokusuyla yudum yudum okuyorsunuz, sayfaların
arasında kaybolduğunuz zamanlar... Ya da bir parkta sonbahar yaprakları
arasında ya da deniz kenarında hafif rüzgarın eşlik ettiği... Cümlelerden
sarhoş, başınızı kaldırdığınızda nerede olduğunuzu anlamaya çalıştığınız... Tüm
algınızın açık olduğu nefis zamanlarda bir "labirent"te kayboluyorsunuz düşünün...
Yunan tanrıları gibi kusursuz bir
müzisyen, blues konserinden sonra köprüden atıyor kendini... Ama ölmüyor,
kaybolan hafızası ardından anlamaya çalışıyor dünyayı, her şeyi yeniden
keşfederek... Siz de onunla giriyorsunuz o labirente, çıkabilmek umuduyla...
Burhan Sönmez'in okuduğunuz ilk
kitabı... Bir tavsiyenin peşine takılmışsınız, ilk sayfadan itibaren
"labirent"te buluveriyorsunuz kendinizi... Cümlelerin tadına vara
vara, ağır ağır düşünerek ilerliyorsunuz...
Afrikalı kölelerin doğdukları
yerlerden koparılıp, acımasızca çalıştırılmalarının hüznüyle çıkmış ortaya
blues. İlk gitarlarını tavalara kümes tellerini geçirerek yapmışlar. Blues,
toplumsal olgu, temelini arabeskle benzettiğimde tepki alırım... Ya da
günümüzde popüler, isyana dair rap'le karşılaştırdığımda... Blues, bir
başkaldırışsa gelişen topluma ayak uyduramayıp, fakirlikte kaybolan ve
jiletlerini ortaya çıkaran gençler nedir peki? Neyse bunlar başka kitabın
konusu... Gene de eğitimli, maddi durumu çok iyi genç insanların ülkelerinden
kopuk, uzaklarda acı çeken insanlara daha yakın hissetmeleri bir yabancılaşma
mı sormadan edemiyorum... Her ne kadar günümüzde bu durum, türkülere,
Anadolu'nun mistisizime yakınlaşmayla biraz olsun kırılmış olsa da
hüzünlendiriyor insanı... '68 gençliğinin yaptıklarına döndürüyor insanı,
sorgulatıyor her şeyi... Ama bunlar başka kitabın konusu...
Şimdi nefis bir adamın kaybolan
hafızasıyla çıktığı yolculuğa eşlik etme zamanı... Belki de gerçekten hafızasını
kaybetmek şansı, ölmemek şansızlığıdır kimbilir... Farklı yollar denerken
bulduğu saatçinin anlattığı iki önemli keşif, ayna ve saat... Herkesin sevdiği,
kendine güvenen, iyiliksever, yetenekli adam, herkesten kaçan sürekli anlamaya
çalışan birine dönüştüğünde son dönem seyrettiğiniz gerçekçi filmler geliyor
aklınıza... Sadece şimdide, onunla birlikte anlamaya çalışarak ilerliyorsunuz,
geleceğe dair bir beklenti olmadan... Ve bu yolculuk ona acı çektirirken size
keyif aldırıyor, edebi olarak tabii ki... Sanırım Burhan Sönmez'in diğer
kitaplarına doğru bir yolculuk başladı "labirent"le...
Arka Kapak
"Evet. Genç bir adam ormanda
kaybolmuş. Günler sonra yaşlı birine rastlamış. Yaşlı adam da uzun zamandır
ormanda kayıpmış ve genç adama çıkış yolunu birlikte aramayı önermiş. Olmaz,
demiş genç adam, seninle zaman yitiremem, çıkış yolunu bilseydin şimdiye kadar
bulurdun. Ama, demiş yaşlı adam, ben çıkmayan yolları öğrendim. Hikaye
böyleydi, değil mi?"
İntihar etmek isteyen genç bir
müzisyen, gözünü hastanede açar.
Hiç bir şey anımsamaz,
şarkılarını bile.
Toplumsal bellek ile kişisel
belleğin birbirine karıştığı, her şeyin ölü bir tarihin parçası haline geldiği
yerde, kuşku duymadığı tek gerçek vardır:
Kaburgası kırık bedeni.
Kendisine benzeyen bir kentte,
unutmanın lanet mi yoksa lütuf mu olduğunu bilmeden, çıkış arar.
Saatler, aynalar, deniz
fenerleri.
Labirent, yüzeyde hüzünle akan,
derinde keskin akıntılara kapılan bir yeni çağ romanı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder