Dinler tarihi ister istemez
Ortadoğu'ya, Mezopotamya'ya doğru sürüklerken bir girdaba çekiliyormuş hissiyle
devam ettiğimi söylüyorum her seferinde. Adına vurulup aldığım kitabın başı Persepolis'le
-İran'la- başladığı için bir hoppalaaa geçti içimden.
Sonra Persepolis
yakınındaki Nakş-ı Rüstem devasa kaya mezarlarındaki yazıtlarla konuya
girildiğini, kayalara işlenmiş yan yana üç ayrı dildeki yazıdan sonuncusunun
çok gelişmiş olduğunu okuduğumda bakalım nasıl devam edecek diye ettim. En
sondaki sadece simgesel değil düşünceleri de aktarabilen karmaşık yazının
çözülmesi için verilen mücadele derken bölgede bilinen ilk uygarlık Asur'dan
farklı bir uygarlığa doğru giden verilere ulaşılması ilgi çekici. Bir o kadar
da bu kadar detay yani tarih ve insan çok da ilgimi çekmedi açıkçası.
Mezopotamya'daki buluntuların, Asur öncesi uygarlıkların keşfinde oynadığı rol,
tarihin her seferinde yeniden yazılması... Bir yandan da bölgede bugünlerdeki
durum, toz toprak içinden çıkan muhteşem saray kalıntılarının, heykellerin, bir
dolu çiiviyazılı tabletin şimdi oldukları yerler, her şeyin gelip geçiciliği...
Mezopotamya, Ortadoğu dinler tarihi açısından muhteşem, öğrenmek isterken
dönemin uygarlıklarına bu kadar inmeli miyim emin değilim. Bilgi hoşuma
gidiyor, Bakalım nasıl ilerleyeceğim?
Arka Kapak
Dicle ve Fırat arasında
suskunluğa gömülmüş, sazlarla kaplı, kilden bir ülke. Geriye hiç bir şey
kalmamış. Hiç bir şey? Çiviyazısı tabletleri, yitik bir medeniyeti gün ışığına
çıkaracak mıydı? Yıl 1802, olağanüstü bir serüvenin henüz başlangıcındayız.
Antik Yakın Doğu'nun en büyük medeniyeti Mezopotamya, bu tabletlerin ardına
saklanıyor. Gün be gün, yıllar boyu süren çalışmalara, bu gizemli yazıyı
çözüyor. Zamanın kumlarının örttüğü Babil, Asur, Horsabad... Jean Bottero ve
Marie-Josep Steve Tarih'in doğuşunu gözler önüne seriyorlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder