Konuyu ve kitap adını duyduğumda
tamam dedim, İstanbul’da üç kadındır mutlaka, karakterler malum. Bu konular, o
kadar çok konuşuldu, tartışıldı hatta bir güzel kullanıldı ki, önüne gelen gerekli
gereksiz evirip çevirmeye başlamıştı artık bıktıran tekrarlarla. Tekrar
okumanın bir anlamı yoktu. Hem bir soğukluk vardı işte yazarla aramda, artık
eski zevki alamıyordum. Kesin okumayacaktım.
Sonra kadın karakterlerin farklı
ülkelerden olduğunu öğrendim, İran, Mısır, Türkiye. Üstelik olay İngiltere’de
geçiyordu. Üçü de Müslüman ülkeden, nasıl ele almış olabilirdi kadınları? İster
istemez algıma giriverdi işte. Sonra iki farklı kitap kapağına baktım.
Okusaydım üst üste dizilmiş olanı seçerdim diye geçti aklımdan. Hepimiz birdik
işte, kadındık. Var mıydı farkımız birbirimizden? Öyle de oldu o kapağı seçtim.
Kapakla ilgili dikkatimden kaçmış bir konu ele alınmıştı, ilk sayfalarda; “Kolaj
tekniğiyle hazırlanan kapakta üç yüzün mükemmel bir bütünlük içinde olmaması,
hikayenin kahramanı üç kadın arasında var olan gerilimin görsel anlatımı…”
“Bu romanı sokakta, okulda,
işyerinde, evde şiddete ve tacize ve ayrımcılığa maruz kalan; haklarında bol
bol atılıp tutulan ama aslında eşitlikleri bile sorgulanan; ne yazık ki bir
türlü “kız kardeşlik” ekseninde buluşamayan; Türkiye’nin dirençli, cesur, sevgi
dolu, her kesimden kadınlarına ithaf ediyorum…” diyordu Elif Şafak girişte.
Sadece anlamaya çalışıyorum,
akademik kariyerine bayıldığım, ilk romanlarını çok sevdiğim yazarı ve
olanları… Evet olanları! Bir sürü konu var tartışılan, suçlanan, onlardan
sıyrılarak sadece kitaba yazılanlara odaklanmak istedim. Ah unutmadan sisler
içindeki bebek benzerini dinler tarihiyle ilgili okuduğum bir romandan
hatırladım. Gene mi aynı diyorum gülerek.
Benzer konular belki farklı bakış açılarıyla tekrar işlenmemeli ya da
reklam amaçlı kullanılmalı mı? Bunlar yapılacaksa kitaplar için yapılsın
diyorum hep, keşke her kitabı ya da yazarı bu kadar didikleyebilsek, okuduktan
sonra tartışabilsek hakkında… Burada anahtar okuduktan sonra benim için! Çok
sıkıldım her şeye atlayan, okumadan yorum yapan ve her şeyi bildiğini
sananlardan… Aklımda çok soru var,
düşünürken yoran…
Romanın başında İstanbul’daki o
karmaşa halini, olan biteni çok güzel özetlemiş diye düşündüm. Son zamanlarda
bayıldığım o büyük mavi şehre gittiğimde huzurla huzursuzluk arası gidip
geliyorum. Ya da eskisi kadar mutlu etmiyor bu şehir beni… Neyse…
Kafası karışık bir kadının “burjuvazinin son
akşam yemeği” fonunda geçmişe gidiş gelişleriyle anlatılıyor konu. Bu kadının
adı Nazperi Nalbantoğlu. Ailesi birbiriyle zıt karakterlerden oluşan,
doksanlarda hatta seksenlerdeki tipik ailelerden… Peri, sevgisiz bir ortamda,
dramlar arasında büyümüş, sessiz kalıp anne babasının arasını düzeltmeye,
iyileştirmeye çalışmış. Çocukken yaptığı İslami noel ağacı ta o zamanlardan
başlayan travmaların başlangıçlarından olmalı diyorum bekleyen sürprizlerden habersiz… Annesinin
temizlik takıntısı yakın zamanda okuduğum Lupita’yı hatırlatıyor, gülümsüyorum.
Peri kendini birgün “Tanrı”
isimli bir derste buluyor, Oxford’da. Farklı dinlerden, farklı görüşlerde 11
öğrencinin katıldığı bir ders. Çember şeklinde oturup tartışmalarını istiyor
Prof Azur. Çemberde herkes merkeze aynı mesafede çünkü… Sonrası aşk,
arkadaşlık, karşılıklı tartışma… Bu arada Şirin ve Mona’yla aynı eve çıkıyor.
Üç farklı karakter… Deliler gibi kavga eden iki uç karakter arasında buluyor
kendini, anne babası misali arada kalmayı tercih ediyor, sessiz kalıyor,
edilgen…
Herşey bir yana kitapta beni en
çok etkileyen Azur’un zıt görüşlü karakterleri “karşılıklı tartışma”ya doğru
itmesi. Tam olarak bugünlerde canımı sıkan bir konu zıt fikirlerin karşılıklı
tartışabilmesi ya da bir türlü tartışamaması ya da tartışacak kadar yetkin
olmaması ya da birbirini reddetmesi, düşmana çevirmesi. Nefret dolu konuşmalar,
kavgalar, bağırıp çağırmalar, öldürmeler… Bildik insan tiplemeleri ötesi, zıt
tarafları tartıştırmaya çalışmış olması etkiledi beni. Türkiye’de yapabilsek
bunu, hani iki zıt karakteri belli bir süre aynı ortamda yalnız bıraksak,
kendimiz de dahil… Herkes en doğrusunu bildiğini iddia ederken, sevgiden
bahsedip yok etmeye odaklanırken nasıl olacak tüm bunlar bir bilsem… Yeni bir
dil mi? Havva’nın Üç Kızı benim son zamanlardaki düşüncelerime tercüman oldu
bir bakıma… İyi ki önyargımı kırıp okumuşum dedim kendi kendime…
“İnsan bir konuda ne kadar az
bilgili olursa o kadar çok duygusal olur” Sh260
“Entelektüel bir tartışmaya
girmek aşık olmak gibidir. Öyle ki bittiğinde değişirsiniz, başka bir insan
olursunuz. Karşınızdaki kişi de değişir tabii. Eğer fikrinizi gözden geçirmeye
hazır değilseniz, kimseyle hiçbir konuda tartışmaya girmeyin. Sadece değişime
açık insanlar gerçek anlamıyla münazara edebilir. Yoksa egolarımız zihnimizi kapatır.
İllaki haklı olma arzusuyla konuşanlar asla diyalog kuramazlar. Geçmişte
söylediğim buydu, şimdi de aynısını söylüyorum.” Sh211
“Ama düşünsene, bu adam nefret
diliyle konuşuyor. Sen o dilden cevap verirsen onu güçlendirirsin. Nefretin
üstüne çıkan yeni bir üslup bulabilirsen şayet, özgürleşirsin. Hakarete hakaretle
değil, idrak ve bilgelikle yanıt vermeliyiz.” SH 410
“Peri’nin yüreği sızladı. Son
tahlilde buydu işte Azur’un başarmak istediği. Aralarındaki tüm farklılıklara
rağmen ruhdaş olmaları! Şirin, Mona ve Peri. Dinsiz, inançlı ve mütereddit.
Ortadoğu kültürlerinden çıkan ve birbirini anlayamayan küskün kardeşler.Havva’nın
üç kızı.”Sh 381
“İnsan hangi noktada suça ortak
olurdu acaba?Aktif şekilde içinde rol aldığında mı, yoksa pasifçe bilmezden
geldiğinde mi?” Sh376
“Bazen edilgen kalmak, hiçbir şey
yapmamak, hata işlemekten bile daha vahimdi. Ezeli pasifliğinin, sevdiği adamın
mahvına neden olacağını düşünemedi…”Sh401
Arka Kapak
“Ben ne annem gibi dindarım, ne
babam gibi kainatın, beş duyumla kavradığım şeylerden ibaret olduğuna kaniyim.
Öyleyse ben neredeyim? Ne mutlak dindarlığa, ne de mutlak akılcılığa dahil
olmak isteyenler için bir başla yaklaşım, yeni bir varoluş şekli yok mu acaba?
Bir üçüncü yol mesela? Kim bilir?
Şirin, Mona ve Peri… Günahkar,
İnanan ve Şaşkın.
Münkir, Mümin ve Mütereddit…
Böylesine farklı üç genç kadın nasıl bir araya gelebilir? Arkadaş olabilirler
mi sahi? Hatta kız kardeş?
Tanrı, bilim, kimlik, aidiyet,
Doğu-Batı tarışmalarının tam ortasında hiç kimselere benzemeyen, karizmatik bir
adam, sarsıcı bir skandal ve sıra dışı bir aşk…
yarım kalan… seneler sonra
yeniden canlanan…
Elif Şafak büyüleyici dili ve sağlam olay örgüsüyle inanca, inançsızlığa,
arayışa, farklı kadınlara ve aşka dair baş döndürücü bir yolculuğa çıkarıyor
bizleri.
Havva’nın Üç Kızı Türkiye ile
Avrupa, dün ve bugün arasında gidip gelen güncel hikaye anlatıyor.
Yüzyılımızın en çok tartışılacak
konularından birini kışkırtıcı kahramanlar aracılığıyla ele alan, temposu hiç
düşmeyen, kolay kolay unutamayacağınız bir roman.”
Ben de beğendim.
YanıtlaSilLakin görseldeki Düğümlere Üfleyen Kadınlar ı nasıl zorlayarak okuduğum hala dün gibi aklımda.
değişik sürükleyiciydi bazı yerleri uzundu belki ondan zorlamış olabilir sevgiler
Sil