Gülümseyerek aldı eline kitabı
kadın… Öyle ya böyle bir mektubu 14 yaşında kendisi de yazmamış mıydı? Bakışlardaki
ısrar mıydı bu sabırsızlığın ve hatta her nasılsa umudun nedeni? Zihninde
taşıdığı, savaştığı, anlatamadığı bir duyguyu çözümlemeye çalışmamış mıydı
yıllarca? Otuz küsur yıl sonra ne olup bittiğini en azından kendine
anlatabildiği bir ruh hali… Nefesini kesen ağır bir duygu durumu… Öte yandan yüzyıl
öncesinde yaşayan bu adamı tanıyordu bal gibi... O noktada yazara hayran oldu,
hatta bir kadından böyle bir mektup alıp almadığını bile düşündü desem…
İnsan psikolojisini böylesine
içselleştiren bir yazarın hayatını kendi seçtiği bir sona götürmesini biraz
olsun anlayabildi sonunda. Kendi umutsuzluğunun nedeni de bu değil miydi?
“Sadece yalnızlık çeken çocuklar
tutkularını bütünüyle, dağılmaksızın koruyabilirler, ötekiler, duygularını
başkalarıyla beraberlik atmosferinde gevezeliklerle harcarlar, yakınlıklarla
köreltirler, aşk hakkında çok şey okumuşlardır, duymuşlardır ve aşkın ortak bir
kader olduğunu bilirler. Onunla bir oyuncakmışçasına oynarlar, tıpkı ilk
sigaralarını içen erkek çocukları gibi, onunla böbürlenirler. Oysa bana gelince
içimi dökebileceğim kimsem yoktu, kimse bana bir şey öğretmiş ve uyarmış
değildi, deneyimsizdim ve her şeyden habersizdim:…” Sh 12
“Ancak iktidarın zirvelerinde
iken bulunduğu yerin sorumluluklarını hiç önemsemeyen bu kraliçe, iktidardan
düşüşünden giyotine kadar uzanan yol boyunca şaşırtıcı karakter özellikleri
sergiler; devrim mahkemesinin suçlamaları karşısındaki kişilik onurundan hiç
ödün vermeyen tutumuyla, ölüm karşısındaki yürekliliği ile Marie Antoinette, sıradan
bir kimliği geride bırakıp, çok güçlü bir eş, sorumluluğunun bilincinde bir
anne olarak karşımıza çıkar. Zweig’ın ifadesiyle, tahtta iken sergileseydi kendisini
Avrupa’nın ve halkının gözünde gelmiş geçmiş sayılı iktidar sahiplerinden biri
kılabilecek bu karakter özellikleri, Marie Antoinette’e ancak ölüme uzanan
yolunda yardımcı olabilir.
Görünüşüyle ve eylemleriyle hep
sıradanlık izlenimini yaratmış bir kişilikte gizli olan bu karakter
özelliklerini bir biyografi çerçevesinde böylesine ustaca işleyebilmek, ancak
Stefan Zweig’ın psikoloji birikimine sahip bir yazarın üstesinden gelebileceği
bir iştir.”.Sh60
Arka Kapak;
Stefan Zweig Bilinmeyen Bir
Kadının Mektubu (Brief einer Unbekannten) adlı uzun öyküsünü 1920’li yılların
ilk yarısında kaleme aldı.
Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu’nun
kadın kahramanını sadece uzun bir mektubun yazarı olarak tanıyoruz. Kadının
hayatı boyunca sevmiş olduğu erkek için kaleme aldığı bu mektubun “gönderen”inin
adı yoktur. Mektubun başında tek bir hitap vardır: “Sana, beni asla tanımamış
olan sana.” Kadın büyük tutkusunu hep bir “bilinmeyen” olarak, tek başına
yaşamaya razıdır, bu aşk öyküsünde “taraflar” değil, sadece tek bir “taraf”
vardır. Böylesine, gerçek anlamda aşk denilebilir mi?
Zweig, okurunu bir kez daha insan
psikolojisinde eşine pek rastlanmaya bir yolculuğa davet ediyor. Bu yeni
yolculuğun sonunda “mutlak aşk” kavramının şimdiye kadar bilinmeyen kıyılarına
varmayı amaçlamış olması da bir ihtimal.
STEWAN ZWEIG 20 Ekim 1881’de
Viyana’da doğdu. 1920-1928 yılları arasında yazdığı Üç Büyük Usta, Kendi Hayatının
Şiirini Yazanlar, Kendileriyle Savaşanlar büyük ses getirdi. Hayatı boyunca her
türlü resmi ödülü reddeden Zweig 1940 yılında bir konferans için Güney Amerika’ya
gitti ve hayatını orada sürdürdü. Zweig, 23 Şubat 1942 yılında ikinci eşi Lotte
ile birlikte, savaşın neden olduğu derin bir umutsuzluk duygusuyla, yarattığı
bir çok roman kahramanı gibi ölümü seçti.”
etkilendiğim kitaplardan biri.. zweig keşke yaşasaydı daha çok yazsaydı :(
YanıtlaSildeğil mi kesinlikle katılıyorum
Sil