DivriğiUlucamii’nin* Kuzey Taç Kapı nam-ı diğer Cennet Kapısı bezemelerindeki Hindistan esintilerini ilk duyduğumda çok
şaşırmıştım. Öyle ya neredeyse 1000 yıl öncesinden bahsediliyordu. Her ne kadar
dünya, global köy olma yolunda hızla ilerlese de Hindistan çok çok uzak ve
ilgimi çekmeyen bir ülkeydi benim için. Oysa baharat ve ipek yollarının gücünü
hafife alıyordum. Ve tabii rüzgar gibi ilerleyen ve önüne kattığını sürükleyen
Moğolları… Hal böyle olunca Moğollardan kaçan ustalarının Anadolu’da Divriği
gibi güvenli bir limana sığınmaları gayet normaldi. Rastlantıların bir mucize
gibi birleşmesiyle Kuzey Taç Kapı’daki nefis lotusların, hayat ağaçlarının
ortaya çıkması kaçınılmazdı belki de.
Anadolu’yu adım adım gezmek ve
öğrenmek her zaman önceliğim olmuşsa da işin içine dinler tarihi okumaları
girince dünyayı biraz daha öğrenmek istedim. Hindistan’ın dinler tarihindeki
yeri önemliydi. Hem yıllardır, oraya tekrar tekrar giden insanlarla konuşmamış
mıydım? “O karmaşa çekiyor insanı, büyüleneceksiniz, aşık olacaksınız” gibi
şeyler söylenmiyor muydu? Görmeden inanası gelmiyor insanın. Nasıl İran
görülmeden Anadolu anlaşılmaz deniliyorsa, Hindistan’daki kaosun mucizesi de
görülüp, kalp atışlarınız hızlanmadan anlaşılmıyormuş. Gördüm. Tekrar
tekrar gidebilmeyi çok isteyecek kadar!
Havaalanında yolcu taşıyan ufak
araçlara bindiğimde ne modern yer diye içimden geçirirken, ülkeye giriş yolcu
sırasını inanılmazdı ve sadece birkaç gişe açıktı. Ve insanlar ses
çıkarmadan bekliyorlardı. “Beklemek” Hintliler için gayet normaldi. Henüz
bilmiyordum. “First, business class passengers” kısmında şansımı deneyip
geçtim. Üstelik hem girişte, hem çıkışta. Biz de böyle şeyler olmaz,
bilirsiniz.
İlk durağımız Mumbay’dı. Şehre göz kamaştırıcı bir gün doğumu eşliğinde girdik. Tüm büyük şehirlerin öyküsünde olduğu gibi yüksek binalara gecekondular eşlik ediyordu. Ve güneş azıcık yükselmeye sararmaya başladığındaysa nefes kesen Gateway India’ya gelmiştik bile.
Işık hızıyla otobüsten insem de bulutlar pek misafirperver değildi o gün. Güneş doğuşunu kesmekte ısrarcıydılar. Olduğu kadar dedim, arkamda inanılmaz bir karga sürüsü, karşımdaysa alışkın olduğum martı karmaşası eşliğinde. Martı çığlıkları ve inanılmaz karga sürüsüyle kendimi biran Hitchkok’un Kuşlar’ında hissettim desem. Kuşlar, deniz derken caddedeki rengarenk insan kalabalığı büyüleyiciydi. Sabahın o saatindeki görsel şöleni tekrar yaşamayı çok isterim.
Öte yandan bir şeyler öylesine tanıdıktı ki. Trende de akıp giden bitki örtüsüne bakarken aynı şeyi sıklıkla hissettim. Sanki Anadolu’da kara trende gidiyor ya da bir balıkçı kasabasında sabahın çok erkeninde çığlık çığlığa teknelerin peşinde koşan martılara bakıyordum. Kayıklar, tekneler aynı, bayıldığım kargalar, martılar aynı. Deniz desen… İnsan her seferinde sormadan edemiyor onca acının, yokluğun, savaşın nedenini… Sessizce içinde bir yerlerde de olsa umut, bir çıkış var diye fısıldamadan edemiyor işte…
Ohh bir parmak bal. Güzel girizgah.
YanıtlaSilteşekkür ederim güzel görüşün, okuyuşun için
SilÇok istediğim ama çekindiğim cesaret edemediğim bir ülke . Şimdi bende kendi içimdeki korkuyu yenip gitsem mi diye düşünüyorum Mineciğim. Sevgiler..
YanıtlaSilkorkacak hiç bir şey yok bayılacaksın derim
SilO kadar masalsı anlatmışsınız ki devamı gelsin istedim. Ellerinize sağlık.
YanıtlaSilçok teşekkür ederim sevgiler
SilUmarım uzun uzun yazarsınız. Çok merak ettiğim ülkelerden biri. Vejetaryen yemeklerine de bayılıyorum.
YanıtlaSilbakalım neler yazabileceğim aklımı okuduklarımı toparlamaya çalışıyorum. umarım istediğiniz gibi olabilir sevgiler
Sil