19 Şubat 2015 Perşembe

Devir - Ece Temelkuran


 “ “Ali, Çaykovski diye bir adam var. Büyüyünce öğrenirsin sen onu. Kuğu Gölü diye bir bestesi var onun. Turgay Abi’n bilirdi onu. Turgay Abi’n gitar da çalardı, biliyor musun. Çok akıllıydı. Hepimizden daha akıllı. Ama işte ömrü, milyon yıllık insanlık tarihinde anasını sattığımın içsavaşına denk geldi… Şimdi dergide şehit mi değil mi diye tartışılacak Ali. Gürültüye gidenleri şehit sayalım mı aslanım?..

Turgay Abi’n fizikçiydi. Silaha külaha karşıydı beyzade! ‘Ama kusursuz bir soygun planlayabilirim,’demişti Bahri Abi’ye ilk emanet ettiğimde. Bahri Abi de kızmıştı buna: ‘Biz hayatı örgütlüyoruz. Soyguna lüzum yok! Kokoreç işinden anlar mısın Turgay kardeş?’ Gülmüştük Ali. Ama işte Turgay Abi’nin ‘araştırmacı kokoreççi’ olması ile bu bizim gülmemiz arası beş gündür. Beşevler Meydanı’ndaki bize bağlı kokoreççileri, gobitçileri üç gün izledi, elinde raporuyla Bahri Abi’ye geldi: ‘ Düşündüm de şimdi bu kokoreç tezgahlarını şu çizdiğim şekilde yenilersek ve gobirçilere de şu ürünleri eklersek benim hesaplarıma göre kar günde 5.000 liradan 8.000 liraya çıkacak.’ Bahri Abi o zaman taktı adını : Araştırmacı – kokoreççi Turgay! Tek camı olmayan gözlüğünden parmağını sokup kaşıdı mı anla bir şey yumurtlayacak: ‘ Düşündüm de güneydeki narenciye işinde en büyük gider kalemi insan emeği. Eğer bizim çocukları kullanabilirsek bu yaz birkaç tarlanın hasadını önden satın alabilirsek kar marjı çok yüksek bir fiyattan Ankara’da satabiliriz. Halde de adamlarımız olduğuna göre…’ Spinoza okur da sayfanın yanına Kuşadası’nda bize bağlı hediyelikçilerle ilgili hesaplar yapardı. Çok gülerdi o Ali. Ceket cebinde hep bir gofret taşırdı, kızlara gofret verip sonra yürüyüp giderdi: ‘Gofretle mutlu olmayan kız hiçbir şeyle mutlu olmaz!’ öyle derdi… Ulan Turgay… Bunları unutma Ali. Hatırla bunları. Unutma bunları aslanım!”
Sordum ama duymadı Hüseyin Abi:

“Hatırlamakla unutmamak aynı şey değil mi Hüseyin Abi?”

Hüseyin Abi tuvalete gitti. Ben kuğulara baktım. Adamlar kuğuları kovaladı. Kuğu bağırmadı. Hiç.”*

Biran kim istemez böylesine akıllı, sorumluluk sahibi, kültürlü bir çocuğu olmasını diye geçti aklımdan. Toplumun böylesine aydınlık zihinlerle dolmasını kim istemez. Oysa Turgay, gözaltından sonra intihar etmiş. Ayşe’nin babası Aydın’ın ülkedeki melaneti Osmanlı’ya alınan devşirmelere kadar götürüp, onların ahı yüzünden mi diye çaresizlikle neden arayışına gidiyor aklım. Habil’le Kabil’e, Adem’le Havva’ya kadar gitsek her şeyin nedenini bulabilir miyiz? Devrederek büyüyen hıncın, iç savaşların nedenini, insan denen güzeller güzeli yaratığın en başta kendine nasıl zarar verdiğini açıklayabilir miyiz?

Devir, bir dönem romanı. Öte yandan geçmişle bugün arasındaki o köprüde yazgıların devrinin romanı… Uzun zamandır düşündüğüm bir şey yazgıların devri. Dündekiler bugün bambaşka görünse de aynı kişiler ya da geçmişin yazgılarının üzerimizdeki halleri mi?

Devir, bir dönem romanı. İki çocuğun gözünden 1980 yaz aylarından Eylüle kadar olan dönemde olanlara dair. Ülkede iç savaş sürerken günlük hayatın devam ettiği iki farklı kesimde, çocuk algısının dile getirdikleri… Yaşam mücadelesine eşlik eden, bir tarafta her şeyin bir oyun haline sokulduğu anneanne koruması, diğer yanda dibine kadar yaşanan sefalet, acı ve o yaşta gelen olgunluğa çocukça koruma kalkanı. Diğer yandan ebeveynlerin, gençlerin kişilikleri, aşkları, işleri, çaresizlikleri, kabullenişleri…

Düğüm düğüm okurken o yaşta bile kadın erkek algı farklarına gülümsemeden geçememek… O dönem Bülent Ersoy’dan bu kadar konuşuluyor muydu sahi diye düşünmek? Öte yandan Bülent Ersoy’u metafor olarak kullandığını söylüyor yazar. İnsanların kızgınlıklarını birine yöneltmeleri ya da onu hoş görmeleri, toplumsal olayların dozuyla artan ya da azalan kızgınlık hallerinin Bülent Ersoy’da isimlenmesi.

Dokuz yaşındaydım 1980’de. Ara ara içime dönüp çocukluğumu bulmaya çalışıyorum. Kendi gözümden bakmak o döneme, sıklıkla yaptığım birşey… O bir tanecik peçetenin saklanıp anneye götürülmesi, üstelik bir erkek çocuk tarafından… Sahi o zamanlar peçete koleksiyonu yapardım diye düşünüyorum. Nutellalı bir dilim ekmeğin Ali ve anne babasıyla üçe bölünerek yenişi, okuldaki başarıdan sonra babamın aldığı tadelleyi hatırlatıyor. Ne kadar kıymetli o küçücük tadelle o zamanlar, nasıl unutabilirim. Korunma mekanizmalarında aklımın bir kenarı, Ali’yle Ayşe’ye doğru gidiyorum. 
Uçmanın unutturulduğu, ne yapılırsa yapılsın sesleri çıkmayan kuğuları kurtarırlarsa yurdu düşmanlardan temizleyeceklerine, her şeyin düzeleceğine inanan Ali’yle Ayşe’ye doğru... Kelebekleri Meclis’e sokacak kadar akıllı, cesur,  parlak çocuklara, gençlere yaşatılanlar değişti mi diye düşünürken başa dönüyorum, devredilenlere doğru…

Gözlerim dolarken bir şeyler düğümleniyor o çocuk halleriyle tanık olduklarına dair.  Öylece kalıyorum kimi zaman hatırlamaya çalışarak, unutmadıklarımsa hep orada olacak biliyorum. Bir de ‘UMUT’!   Var mı sahi? İşkencedeki hamile bir kadına turşu götürebilmek için yenir mi gene bir araba dolusu dayak? Her şeyin sorumluluğunu omuzlarında hissederken onca tehlikeyi göze alıp düşülür mü yollara bir kuğuyu kurtarmak için? Yurdun neresi, düşmanların kim olduğu konusunda kafası karışmışken bir çocuk, yurdu düşmanlardan kurtarmak için planlar yapar mı gene? Dualar okuyarak yolladığımız çocuklarımız sokaklarda dayak yiyerek ölürken, kör kurşunlara hedef olurken biran dünle bugün arasındaki fark diye bir şeyler geçmeye çalışıyor aklımdan...Uzun zamandır geçmişimizle hesaplaşmalıyız cümlesi karşıma çıkıyor. Bu roman geçmişe dair, hesaplaşmak mı? 

Peki ya bugün?

Kitabın sonunda çok karamsar olacağımı tahmin etmiştim açıkcası, tüm o sayfalar boyunca. Oysa son sayfada o minicik umut, yoğun burkulmayla karışık ortaya çıkıverdi işte…

*Sayfa120

5 yorum:

  1. O zaman okunacaklar listesine yazılın Devir...

    YanıtlaSil
  2. Acaba Adem'le Havva'dan öncesine ni gitmek gerek:(
    bilemedim,yazgı ve insan gitince işin içine düğümlere dolanıyorum hangi ipin ucunu tutsam.

    YanıtlaSil

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...