“ “Ali, Çaykovski diye bir adam var. Büyüyünce
öğrenirsin sen onu. Kuğu Gölü diye bir bestesi var onun. Turgay Abi’n bilirdi
onu. Turgay Abi’n gitar da çalardı, biliyor musun. Çok akıllıydı. Hepimizden
daha akıllı. Ama işte ömrü, milyon yıllık insanlık tarihinde anasını sattığımın
içsavaşına denk geldi… Şimdi dergide şehit mi değil mi diye tartışılacak Ali.
Gürültüye gidenleri şehit sayalım mı aslanım?..
Turgay Abi’n fizikçiydi. Silaha
külaha karşıydı beyzade! ‘Ama kusursuz bir soygun planlayabilirim,’demişti
Bahri Abi’ye ilk emanet ettiğimde. Bahri Abi de kızmıştı buna: ‘Biz hayatı
örgütlüyoruz. Soyguna lüzum yok! Kokoreç işinden anlar mısın Turgay kardeş?’
Gülmüştük Ali. Ama işte Turgay Abi’nin ‘araştırmacı kokoreççi’ olması ile bu
bizim gülmemiz arası beş gündür. Beşevler Meydanı’ndaki bize bağlı
kokoreççileri, gobitçileri üç gün izledi, elinde raporuyla Bahri Abi’ye geldi:
‘ Düşündüm de şimdi bu kokoreç tezgahlarını şu çizdiğim şekilde yenilersek ve
gobirçilere de şu ürünleri eklersek benim hesaplarıma göre kar günde 5.000
liradan 8.000 liraya çıkacak.’ Bahri Abi o zaman taktı adını : Araştırmacı –
kokoreççi Turgay! Tek camı olmayan gözlüğünden parmağını sokup kaşıdı mı anla
bir şey yumurtlayacak: ‘ Düşündüm de güneydeki narenciye işinde en büyük gider
kalemi insan emeği. Eğer bizim çocukları kullanabilirsek bu yaz birkaç tarlanın
hasadını önden satın alabilirsek kar marjı çok yüksek bir fiyattan Ankara’da
satabiliriz. Halde de adamlarımız olduğuna göre…’ Spinoza okur da sayfanın
yanına Kuşadası’nda bize bağlı hediyelikçilerle ilgili hesaplar yapardı. Çok
gülerdi o Ali. Ceket cebinde hep bir gofret taşırdı, kızlara gofret verip sonra
yürüyüp giderdi: ‘Gofretle mutlu olmayan kız hiçbir şeyle mutlu olmaz!’ öyle
derdi… Ulan Turgay… Bunları unutma Ali. Hatırla bunları. Unutma bunları
aslanım!”
Sordum ama duymadı Hüseyin Abi:
“Hatırlamakla unutmamak aynı şey
değil mi Hüseyin Abi?”
Hüseyin Abi tuvalete gitti. Ben kuğulara baktım. Adamlar kuğuları kovaladı. Kuğu bağırmadı. Hiç.”*
Biran kim istemez böylesine
akıllı, sorumluluk sahibi, kültürlü bir çocuğu olmasını diye geçti aklımdan.
Toplumun böylesine aydınlık zihinlerle dolmasını kim istemez. Oysa Turgay, gözaltından
sonra intihar etmiş. Ayşe’nin babası Aydın’ın ülkedeki melaneti Osmanlı’ya
alınan devşirmelere kadar götürüp, onların ahı yüzünden mi diye çaresizlikle
neden arayışına gidiyor aklım. Habil’le Kabil’e, Adem’le Havva’ya kadar gitsek
her şeyin nedenini bulabilir miyiz? Devrederek büyüyen hıncın, iç savaşların
nedenini, insan denen güzeller güzeli yaratığın en başta kendine nasıl zarar
verdiğini açıklayabilir miyiz?
Devir, bir dönem romanı. Öte
yandan geçmişle bugün arasındaki o köprüde yazgıların devrinin romanı… Uzun
zamandır düşündüğüm bir şey yazgıların devri. Dündekiler bugün bambaşka görünse
de aynı kişiler ya da geçmişin yazgılarının üzerimizdeki halleri mi?
Devir, bir dönem romanı. İki
çocuğun gözünden 1980 yaz aylarından Eylüle kadar olan dönemde olanlara dair.
Ülkede iç savaş sürerken günlük hayatın devam ettiği iki farklı kesimde, çocuk
algısının dile getirdikleri… Yaşam mücadelesine eşlik eden, bir tarafta her
şeyin bir oyun haline sokulduğu anneanne koruması, diğer yanda dibine kadar
yaşanan sefalet, acı ve o yaşta gelen olgunluğa çocukça koruma kalkanı. Diğer
yandan ebeveynlerin, gençlerin kişilikleri, aşkları, işleri, çaresizlikleri,
kabullenişleri…
Düğüm düğüm okurken o yaşta bile
kadın erkek algı farklarına gülümsemeden geçememek… O dönem Bülent Ersoy’dan bu
kadar konuşuluyor muydu sahi diye düşünmek? Öte yandan Bülent Ersoy’u metafor
olarak kullandığını söylüyor yazar. İnsanların kızgınlıklarını birine
yöneltmeleri ya da onu hoş görmeleri, toplumsal olayların dozuyla artan ya da
azalan kızgınlık hallerinin Bülent Ersoy’da isimlenmesi.
Dokuz yaşındaydım 1980’de. Ara
ara içime dönüp çocukluğumu bulmaya çalışıyorum. Kendi gözümden bakmak o döneme,
sıklıkla yaptığım birşey… O bir tanecik peçetenin saklanıp anneye götürülmesi,
üstelik bir erkek çocuk tarafından… Sahi o zamanlar peçete koleksiyonu yapardım
diye düşünüyorum. Nutellalı bir dilim ekmeğin Ali ve anne babasıyla üçe
bölünerek yenişi, okuldaki başarıdan sonra babamın aldığı tadelleyi
hatırlatıyor. Ne kadar kıymetli o küçücük tadelle o zamanlar, nasıl unutabilirim.
Korunma mekanizmalarında aklımın bir kenarı, Ali’yle Ayşe’ye doğru gidiyorum.
Uçmanın unutturulduğu, ne yapılırsa yapılsın sesleri çıkmayan kuğuları
kurtarırlarsa yurdu düşmanlardan temizleyeceklerine, her şeyin düzeleceğine
inanan Ali’yle Ayşe’ye doğru... Kelebekleri Meclis’e sokacak kadar akıllı,
cesur, parlak çocuklara, gençlere yaşatılanlar
değişti mi diye düşünürken başa dönüyorum, devredilenlere doğru…
Gözlerim dolarken bir şeyler
düğümleniyor o çocuk halleriyle tanık olduklarına dair. Öylece kalıyorum kimi zaman hatırlamaya
çalışarak, unutmadıklarımsa hep orada olacak biliyorum. Bir de ‘UMUT’! Var mı
sahi? İşkencedeki hamile bir kadına turşu götürebilmek için yenir mi gene bir
araba dolusu dayak? Her şeyin sorumluluğunu omuzlarında hissederken onca
tehlikeyi göze alıp düşülür mü yollara bir kuğuyu kurtarmak için? Yurdun
neresi, düşmanların kim olduğu konusunda kafası karışmışken bir çocuk, yurdu
düşmanlardan kurtarmak için planlar yapar mı gene? Dualar okuyarak yolladığımız
çocuklarımız sokaklarda dayak yiyerek ölürken, kör kurşunlara hedef olurken
biran dünle bugün arasındaki fark diye bir şeyler geçmeye çalışıyor aklımdan...Uzun
zamandır geçmişimizle hesaplaşmalıyız cümlesi karşıma çıkıyor. Bu roman geçmişe
dair, hesaplaşmak mı?
Peki ya bugün?
Kitabın sonunda çok karamsar
olacağımı tahmin etmiştim açıkcası, tüm o sayfalar boyunca. Oysa son sayfada o
minicik umut, yoğun burkulmayla karışık ortaya çıkıverdi işte…
*Sayfa120
O zaman okunacaklar listesine yazılın Devir...
YanıtlaSilKeyifli okumalar canım
YanıtlaSil:) bitti bile teşekkürler
SilAcaba Adem'le Havva'dan öncesine ni gitmek gerek:(
YanıtlaSilbilemedim,yazgı ve insan gitince işin içine düğümlere dolanıyorum hangi ipin ucunu tutsam.
:(
Sil