Tarih bilgimin iyi olduğunu
düşünürken, bildiklerimin kitaplardaki birkaç cümleden ibaret olduğunu fark
etmek değişikti benim için. Yani mesela Şah İsmail sadece, Çaldıran Savaşı’nda
Sultan Selim’in karşısındaki Safevi Hükümdarıydı, yenilmişti. Ah bir de İran’daki
bir tablodan bizim Yavuz Selim olarak bildiğimiz resmin, Şah İsmail’e ait
olduğunu öğrenmiştim. Sonra Yavuz’un Anadolu’daki Kızılbaş temizliğini
öğrendim. Şii ve Sünni olmayı anlamaya çalışırken her kapının siyasete çıkması
can sıkıcıydı.
Çok genç yaşta tahta geçip,
başarılı ve acımasız adımlarla ilerleyen öyle ki bu yolda annesini bile
öldürebilen bir Şah, öte yanda iktidar için savaşan bu uğurda babasını,
kardeşlerini öldüren yaş almış bir Sultan! İktidar olmak, güç sahibi olmak bir
tür zehir içmek gibi, önüne çıkan her ne varsa yok etmeyi sağlayan… Durmadan
öldürmeyi göze almak! Hele bir de yerleşik düzene geçse de at üzerinde yaşayıp,
savaşan, karnını aldığı ganimetlerle doyuran halkların yaşadığı
zamanlardaysanız… Tebanıza katılan insanları yerleştirmek, aş, iş vermek için
savaşmak yeni yerler fethetmek, ganimet elde etmek zorundasınız… Hala da öyle
değil mi? Bu yüzden dengeler, çıkarlar bir anda değişmiyor mu?
Şah İsmail’in Sünnilere
yaptıklarını bu tarafta Yavuz da Kızılbaşlara yapıyor. Acı olan aynı dinden
aynı milletten iki hükümdarın karşılaşmaları. Onların birbirlerine düşmesi
Avrupa ve doğunun da işine geliyor tabii ki… Derinlere doğru daldıkça ülkeler arası
umulmadık ilişkiler, umulmadık ittifaklar şaşırtabiliyor. Tarih, birkaç satırla
okuduklarımızın çok ötesinde belki daha çok okumadıklarımızda, yazılmayanlarda…
Ve bu iki hükümdar sırt sırta verseydi neler olurdu diye düşünmeden edemiyor
insan. Orta Asya’dan gelen Selçuklular İran’da devlet kurup Moğolların önünde Anadolu’ya
doğru itildiklerinde başka bir devlet kuruyorlar. Savrulup dururken vatan
kavramı, aidiyetlik kısa dönemli kavramlar belki de. O anda insanların yürekten
inanıp kendilerini verdikleri on yıllar sonra bambaşkalarıyla yer
değiştirebilen. Tıpkı ikiz kardeşlerin iki ayrı hükümdara hizmet edebilmesi,
sonrasında olanlar gibi. Kardeşin kardeşe kırdırılması, kadınlara davranışlar, şehirlere girildiğinde yağma
olup olmaması, aşk, sevgi, iktidar kavramlarının sorgulanırken tarihin
koridorlarında dolaşmak… Özellikle Şah İsmail’le ilgili bir adım atmamı
sağladığı için hoşuma giden bir roman oldu diyebilirim…
Arka Kapak;
Tutku…
Güzellik…
Aşk ve savaş. Sadece gönüllerin değil alınların, kemiklerin
ve gözlerin alev alev yandığı savaş. Kahramanlarını, Yavuz Sultan Selim’i de Şah
İsmail’i de tarihin merdivenlerinde bir basamak aşağı indiren bir basamak
yukarı çıkaran savaş.
Çaldıran.
Çaldıran.
Şimdi Çaldıran ne 500 yıl geride ne 500 yıl ileride.
Savaş tasında büyücünün gördüğü neydi?
Kızılbaşlık!
Sünnilik!
İktidar hırsı.
Aşkın bir çökelti gibi dondurduğu zaman!
Korku? Ya o?
Yazar biraz da korkuların üstüne gidendir.
Tarih ileriye doğru çözüldükçe ağacın kökleri de
görülecektir.
Alevi de, Sünni de bağlıdır o köke. Birdir o toprakta.
Gölgeler büyümüşse ışığı değil korkuyu yenmek gerekir.
Karanlık ve kör ışığın egemenliği boğmasın artık nesilleri.
Ve işte bir kez daha aşk!
Şiir kadar iktidar atında rüzgara ve ateşe doğru yol alan
iki hükümdar.
Şah ile Sultan…
Dünya incisi zarif ve asil kadınlar… Yeminlerine bağlı
erkekler.
Masal kadar gerçek.
Büyüleyici olduğu kadar umur verici.
Şah & Sultan her cümlesi aşkla okunacak bir kitap.
İskender Pala’dan…
Günaydın. Okumak lazım. Sevgiler.
YanıtlaSilneden olmasın :)
Sil