Zaman bu ya belki de bana Divriği’de
birkaç gün lütfedip, Ulu Camii yamacında okuyup yazmama izin verirdi. Ağır ağır
kalkardım Kuzeytaç kapının önünden, yüzyılların hayalleriyle batıya giden trenlere
binerdim belki… Yolum Niğde’ye, Konya’ya, Kayseri’ye, Kapadokya’ya yeraltı şehirlerine
düşerdi. Doğan Kuban’ın muhteşem kitapları eşlik eder miydi bana? Sonra birgün
Güvercine Ağıt çıkıverdi karşıma, istediğim döneme ait romanlar serisinden... Sevinçle
not almışken, hain zaman durur mu ayırdı bizi bir süre… Derken işte Zaman Yeli,
işte Kapadokya, işte Anadolu’mda en merak ettiğim dönem…
11.,13. yüzyıllardan bahsediyoruz.
Haçlı Seferleri derken bir yanda Moğolların önünde savrulan topluluklar.
Anadolum parça parça, sefaletin, acının hakimiyeti, farklı dinlerin varlığından
doğan oluşumlar… Öte yandan hangi dinden olursanız olun eşitliğe doğru yol
almak, zulme karşı adaleti sağlamak için canını ortaya koyan bir gurup. Umut
eşliğinde zamana dair sorgulama… Zaman bir yel gibi eserken geçmiş, gelecek ve
şimdinin anlamına dair hissettirdikleri…
Kitabın girişinde kör bir Latin
askeriyle sağır bir kilise ressamı karşılaşırken, zihnimin bir o yana bir bu
yana koşturmasıyla sürdü okumam. Türkmen gibi giyinip konuşan kör bir Latin
askeri, Selçuki beyi gibi giyinmiş Hıristiyan Beyine rastladığına şaşıran sağır
ressam. Bin Tanrılı Hittilerden gelen çift başlı kartalın yanına bir de çift
aslan eklenivermesi… Garip bir dinginlik ve hüznün eşlik ettiği okumaya ince
bir sızıyla son vermek, savaşlar, yaşananlar, zaman … Ah zaman… Serinin
devamını hiç bekletmeden okumak istiyorum. Bu yaz Divriği’ye gidemesem de
istediğim dönemde olacak zihnim, Gürsel Korat kitaplarıyla bunu çok güzel
sağlayacak belli ki…
“Cabiri,”Su, girdiği kabın
şeklini alır erenler” dedi, “ Moğollar vahşi değüldür; şehirler, sultan kal’aları
vahşidür. Eskiden o kabın içinde Selçuki vardı, şimdi Moğol.”
“Kızmadım, tatlılıkla olan biteni
anlattım. İsyancıları, ticaret yolu için birbirine giren devlerin arasında
dolaşan bir köpek yavrusuna benzettim. Ayaklanarak hiçbir yere
gidemeyeceğimizi; Venedik’ten Çin’e uzanan büyük bir ticaret yolunda sadece bir
nokta olduğumuzu, bu noktayı kocaman kıllı parmakların sinek gibi ezeceğini söyledim.
Cabiri beni gülümseyerek dinliyordu.” Sh 82
“Zaman geçip gidiyor ve
yaşananların düş olup olmadığı bile bilinmiyor. Az önceki zamanın bile.” Ah
112.
Arka Kapak
“Geçmiş neydi? Yaşanıp bitmiş bir
düş. Zaman neydi? Şimdi.”
“İnsan sevmeyen zalimler nasıl
tanrı adına hükmederler?” diyen sağır bir kilise ressamı ile kör bir Latin
askerinin zamanın tozunu attıran macerasıdır anlatılan…
Selçukluların safında Babailere
karşı çarpışıp esir düşen kör Leon ile sağır Dimitri’nin sıradışı arkadaşlığı,
basit ama yıkıcı nedenlerle bir efsaneye dönüşür. Beyinden ırgatına, papazından
dervişine yörenin bütün çaresiz insanlarını ateşleyen bu efsane, hiçbir şeye inancı
kalmamış Emir Haydar’ı bile değiştirir: Dinleri-mezhepleri kaynaştıran,
Kapadokya’nın yeraltı şehirlerini umutla aydınlatan ve “insanca” yaşamı
müjdeleyen bir “dünya depremi” dir bu.
“Zamanın geçişi duruşlara
benziyor. Zaman geçip gitti derken maddenin biçim ve yer değiştirdiğini
söylemiş oluyoruz yalnızca; çünkü zaman bir soyutlamadan başka bir şey değil”
diyen Gürsel Korat’tan, zamanın tarihsel bilinçaltını kazıyan ve onu “yeniden
kuran” bir roman.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder