Van Gogh’u acılar çekerek ünlü
bir ressam olması mı yoksa normal bir
hayat sürerek mutlu olması mı diye düşündüğüm çok olmuştur. Hastalığı nedeniyle
değişik renk algısının çığır açması yerine kulağını kesmediği, kendini daha iyi
ifade ettiği bir hayat… Bu konu, farklı ya da dahi olmaktansa hayatın
sıradanlığında mutlu olmak diye geçiyor genelde aklımdan. Aynı şekilde
Proust’un hayatı mı yoksa kardeşininki mi diye sorabilirim rahatlıkla…
Botton, sorulara verdiği farklı
cevaplarla hep olduğu gibi, bu konuya bakışımı değiştiriyor. Madem acı çekilen
bir hayat yaşanıyor yani bu kaderse neden verimli olmasın?
“Hayatından çok
memnun olanlar, parlak bir yaşantı sürenler değildir, yaşamanın ne demek
olduğunu anlatan en derin sözleri söyleyenler. Galiba böyle bir bilgiye sahip
olma ayrıcalığı yalnızca mutsuzluk içinde yüzenlere verilmiş bu bilgi onlara
bahşedilen tek lütuf olmuştur”Sh72
“Yaşama sanatı, bize acı çektiren
insanlardan yararlanmaktır.” Sh73
“Kederler, düşüncelere
dönüştükleri anda bize acı çektirme güçlerini yitirirler.” Sh 73
Okuma gurubumuz Proust okumaya
karar verdiğinde epey direndiğimi itiraf ediyorum. Madem okuyacağım, yazar
hakkında ön hazırlık olarak Alain de Botton’un kolay okunan, keyifli kitabını elime
aldım. Yıllar önce okumuş olmama rağmen o dönem Proust’a neden ilgi duymadığımı
hatırlamıyorum. Ama şimdi hayatıyla ilgili ipuçlarını yakalamak hayli zevkli
geliyor. Bu konuda psikanaliz bilgimin biraz daha iyi olmasını isterdim
açıkçası, çünkü çok renkli bir ailesi var.
Proust’un babası ve erkek kardeşi
çok başarılı iki cerrah. Botton, kendini bu kadar değersiz hissetmesini babasının
başarısından kaynaklandığını söylüyor. Annesi, büyük oğlunu tamamen kendine
ayırmış. Çok bağlılar birbirlerine. Anne, oğlunu yaşama hazırladığını söylüyor,
oğul bundan memnun ama bir yandan da annesinin kendisini sürekli hasta ve
kendine bağlı istediğini söyleyip şikayet ediyor. İnsanlara karşı aşırı ilgisi, onlara kendini
sevdirme çabasıyla gelen kendini yok sayma durumu annenin ilgisinin devamının
sağlanması ve babasının başarısı karşısında alınmış bir önlem gibi. Erkek
kardeşiyse anne tarafından bir nevi azat edilmiş. Marcel’in tam tersi
özelliklere sahip. Babaları gibi başarılı bir cerrah, başına gelen ölümcül
kazalardan sağ salim kurtulmayı başaran biri ve çok sağlıklı. Eşcinsel
Proust’un tersine evli ve çocuğu var. Cerrah kardeş, Kadın Cinsel Organı
Cerrahisi adlı tanınmış kitabı yazarken prostatektomide çok başarılı olduğu
için Fransa’da proustateknomi denmesine neden olmuş.
İnsanın aklına annenin, babadan
göremediği ilgiyi oğluna göstererek, onun hastalıklarını sürekli iyileştirerek
bir çeşit rekabet geliştirdiği gibi şeyler geliyor. Sonra küçük kardeşin cinsel
organlara yönelmesi. Dedim ya psikanaliz bilgimin daha iyi olmasını dilerdim
böylesine renkli bir aileyi ve renkli bir kişiliği analiz edebilmek için…
Öte yandan Marcel, babasının
hastaları tedavi etmesi gibi iyileştirici özelliği olan bir roman mı yazmak
istiyordu?
“Adrien’in kolera ve hıyarcıklı
hummaya karşı kazandığı başarının benzeri, kita yazarak nasıl kazanılırdı ki?
Dr. Proust’un insanların sağlık koşullarını iyileştirme işinde ne kadar yetkin
olduğunu anlamak için Toulon valisi olmaya gerek yok, peki ya Marcel, yedi
ciltlik bir roman olan Kayıp Zamanın İzinde’yi yazarak insanları nasıl
iyileştireceğini düşünüyordu? Bu yapıt, ağır giden bir trende Sibirya
steplerini geçerken zaman öldürmek için yararlı olabilirdi ama kim bu kitabın
sağladığı yararları, iyi işleyen bir halk sağlığı sisteminin sağladığı
yararlarla karşılaştırabilirdi?” Sh18
Proust’un gerek İzlenimcilerle gerekse
imgelerin anlatılmasıyla ilgili görüşleri ve insan doğasını çok iyi anlayıp
anlatabilmesi, hayatının nasıl geçtiği insanı etkiliyor ister istemez. Babası,
oğlunun edebiyat dünyasında bıraktığı izi bilse ne düşünürdü ya da annesi?
Proust kitaplarına başlamadan önce Alain de Botton’u okumak çok iyi geldi
doğrusu…
“Paris’te yatağına kıvrılıp
mektubu okuyan Proust, tek suçları okumamak olan genç insanlarla bir sahil
kasabasında tatil yapma fikrinden hoşlanmayan arkadaşına hak vermekte
zorlanıyordu:
“Entelektüel işlerimi kendi başıma hallediyorum; insanlarla bir
araya geldiğimde, onların zeki olup olmamaları beni pek ilgilendirmiyor, nazik,
içten vs olsunlar yeter.” Sh 119
“Anlatmak istediğimiz şeyler için
doğru sözcükleri bulmaya çalışmaktı bu ders. Bir şey hissettiğimiz zaman hissettiğimiz
şeyi aktarmak için ilk aklımıza gelen sözleri söyler ya da mırıldanırız ama
bunu yaparak bizi böyle davranmaya iten şeye de haksızlık etmiş oluruz.
Beethoven’ın Dokuzuncu Senfonisi’ni
duyunca pum pum pum diye mırıldanmaya başlar, Giza’daki piramitleri
görünce “ne güzel” deriz. Aslında çıkardığımız bu seslerin bir deneyimi temsil
etmesi beklenir, ancak içleri boş olduğu için ne kendimiz ne de karşımızdaki
kişi nasıl bir deneyim yaşamış olduğumuzu tam olarak anlyamaz. Böylece, kendi
izlenimlerimizin dışında kalır, onlarla ancak yüzeysel bir ilişkisi olan, bizi sıradan bir tanımın
ötesindeki her şeye büsbütün yabancılaştıran buz tutmuş bir camın ardından
bakarız kendi izlenimlerimize sanki.” Sh 87-88
Arka Kapak
“Zevkle okunan özgün bir yapıt…
Bir eleştri, bir biyografi, bir edebiyat tarihi çalışması ve Proust’un
başyapıtı üzerine bir kılavuz kitap olmasının yanı sıra, okuyucular için bir el
kitabı, hem de sözcüğün tam anlamıyla.
The New York Times
Bir milyon ikiyüz elli bin
sözcükten oluşan Kayıp Zamanın İzinde adlı yapıtı kaleme alırken Proust’un
alında ne olduğunu merak edenlere, Alain de Botton bu sorunun yanıtını veriyor.
Çağdaş bir biçemle kaleme alınmış, bilgilendirici ve okuyucuyu neşelendiren bu
kitabıyla Alain de Botton, Proust’un yaşamının ve yapıtlarının derinliklerine
dalıyor, Proust’un kitaplarını, mektuplarını, konuşmalarını damıtarak gerçekten
yararlı bir elkitabı çıkarıyor ortaya. Alain de Botton’un bu küçük kitabı o
kadar hoş, o kadar keyifli, o kadar kavrayışlı ki, kitabın kendisi bile
yaşamınızı değiştirebilir. Allan MAssie, Daily Telegraph
Okumanın ne işe yaradığını
öğrenmenize yardımcı olan, zekice yazılmış, mükemmel bir kitap. Doris Lessing
Birçok kurgusal kitaptan daha
fazla ilgileniyor insanla, daha çok düş gücü içeriyor… de Botton Proust’un
yaşamından bizim için dersler çıkarırken, onun yapıtlarını bizim yerimize bir
kere daha okuyor, o kocaman, kutsal gölü, damıttığı tatlı, berrak suyla
dolduruyor. John Updike, New Yorker”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder