Çok ama çok düşkün olduğunuz
annenizin ardından bir ağıt yakmak istediniz diyelim. Ve bunu tıpkı onun
istediği gibi yatakta, onun bakımına muhtaç olarak yaptınız; cümleler, sayfalar,
ciltler, yıllar boyunca… Acınızı azaltır mı?
Çok başarılı doktor bir baba ve
erkek kardeşin gölgesinde yıllarca bir işte tutunamayan Marcel Proust’tan
bahsediyorum. Ataerki bir ailede, annesinin kanatları altında, dünyaya kadın
duyarlılığının da ötesinde bir pencereden bakabilen yazar.
Uzun süredir edebiyatta sadelikle
gelen derinliği sevdiğini söyleyen biri olarak neyle karşılaşacağımı bilmeden
başladım Swann’ların Tarafı’na. Öncesinde okuduğum Hazlar ve Günler’deki
betimleme ve insan doğası çalışmalarından romanı tahmin etmeye çalıştım. Hazlar
ve Günler değişikti. Hani Guernica’nın parçalarını çizdiği taslaklara baktığınızda
heyecanlanırsınız ya öyle bir şeydi hissettiğim. Yirmili yaşlarında insan
doğasına böylesine hakim birinin içimde koparacaklarının ayak sesleriydi, usul
usul gelen…
Peki ağıtsa yazdığınız en mutlu
olduğunuz zamana dönmez misiniz yani çocukluğunuza? Annenize en yakın olduğunuz
zamanda dolaşırsınız. Annenizle muhteşem büyükannenizin sizdeki hassaslığı fark
ettiği ve müdahale etmeye çalıştığı zamanlara. Bir kitap kurdu olarak
gündüzleri mutluluktan uçtuğunuz, geceleri annenizden ayrılacağınız için azap
içinde geçen günlere dönmek istemez misiniz? Manik depresifliğin tarihini
yazdığınız neredeyse… Marcel Proust’un gerek ailesi gerekse yazdıkları öyle
katmanlı öyle içine çekiveriyor ki kayboluyorsunuz. Analiz etmek istiyorsunuz,
psikanalize neden hakim olmadığınıza hayıflanarak! Geceleri anneyi kaybetme
korkusuna, babanın yanında bırakmanın eklendiğini mi yoksa basitçe her çocuk
gibi karanlıktan korktuğunu anlamak istiyorsunuz. Yazar bunu size tepsiyle
sunuyor nerdeyse hiçbir şey gizlemeden üstelik.
Çocukluğunuzdan sonra sanki
hayatınızın devamında kendinizmiş gibi bir adamı anlatmaya başlıyorsunuz.
Eskiden ailenizin sofrasında sıklıkla yer alan bir adam. Sizin gibi
takıntılarıyla hayal dünyasında yaşayan biri… Hayat devam ederken siz doğmadan
başlamış bir ilişkiyle kesişecek yollarınız. Akşam yemeklerinde annenizden
ayırdığı için kızdığınız adamla birden bire yollarınız başka şekilde kesişecek…
Benzer duygular yaşayacaksınız… Aşık olacaksınız, kadınların kendisine değil de
zihninizde o insanlara yüklediğiniz tasvirlere belki de… Tutkuların kölesi,
saplantılı takıntılarınızın peşinde zindan edeceksiniz hayatı kendinize… İkinci
kısımda Swann’ın Odette’e aşkını okurken ister istemez aklıma Masumiyet Müzesi
geldi. Bitmeyeceğini düşündüğüm bir romandı. Sokaklarda seksen darbesi olurken
genç bir adam kendisiyle pek de ilgilenmeyen bir kadının peşinde, ailesini
ziyaret derdindeydi. Gerçek hayattan uzak yaşamlar olarak tanımlayabilir miyim bunu?
Proust’un kendisini, aşık Swann’ı ya da Pamuk’un romanındaki genci… Masumiyet Müzesi’ndeki
kadın sonunda... İşin aslı öyle bir son beklerken ortaya çıkan küçük bir kız
oluyor! Gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Bu da Proust’un ustalığı desem,
karakterlerin ve hatta yazarlarının züppeliğinden bahsetsem haddim olmayarak!
Konu topluma gelmişken yazar
dönemimin sınıflarına, insan doğasına olduğu kadar hakim. Cumhuriyet,
burjuvazi, aristokrasiye ince nüanslarla değiniyor. Öte yandan örneğin
anlatıcının kırlarda dolaşırken sürekli köylü kızı görme isteği sonrasında üst
sınıftan bir kıza aşık oluşu. Devamında Swann’ın sürekli birlikte olduğu
hizmetkarları, şaşalı yaşamlara sahip üst sınıftakilerden ayırt etmezken sonrasında
bir metrese aşık olması. Ya da mesleğinde iyi olan bir doktorun anlayışının kıt
olması… Odette’i benzettiği tabloların incelemesi… Kendisi eşcinsel olan Proust’un
eşcinsellikten sadece kadınlar boyutunda bahsederek sapkınlık olarak
nitelendirmesi. Öte yandan annesinin bir tanıdığının küçükken ona “erkek
olamayacak kadar güzel” demesi. Tüm bunları analiz edebilecek kadar psikanalize
hakim olabilmeyi çok isterdim doğrusu.
Klasik dönem romanlarındaki
betimlemelerin uzunluğu yorsa da Kayıp Zamanın İzinde’ki kadar detaylı, hayal
gücünü zorlayan tasvirlere rastlanır mı bilmiyorum. Hele bir de buna insan
doğası katılıyorsa. Yani kaç kişi bir nilüferin hareketini nevrozlu hastaya
benzetebilir? Söylecek ne çok şey var. Evet bu roman çok yordu beni. Sanırım
üniversite döneminde özellikle tiplemeler ve betimlemeleriyle satır satır hatta
tekrar tekrar okumak isteyeceğim bir roman olurdu. Ve büyülenirdim. Ancak
şimdilerde gerçekçiyim. Belki Proust gibi melankolik yapım için artık izin
vermiyorum bu tip satırlara hayatımda. Melankoli, hüzün, hayaller demişken
Floransa ve Venedik’e gitmeden önce günler günler boyunca hayal kurup,
mutlulukla dolup taşan bir çocuğun hayali gerçekleşmek üzereyken hastalanmasına
ne dersiniz?
Hayal kurarken geçen zaman gerçek
hayattan mı çalar? Yoksa gerçek hayat herkesin tanımlamasına göre farklı mıdır?
Öte yandan Proust kurduğu hayallerle zamanı öteleyebileceğini düşünüyor mu
sizce? Zamanın insafsızca geçip gitmesine kurduğu şaşalı hayallerle tepki
veriyor olabilir mi? O duyguları sürekli kılarak, bitmediklerini mi kanıtlamak
istiyor dersiniz?
Söyleyecek çok şey var. Dönemine
her şekilde hakim böylesine usta bir yazarla karşı karşıyayken. Kayıp Zamanın İzinde
koştururken iz bırakmış bir usta, hayatını neredeyse yatakta ve hasta geçiren
bir usta üstelik. Altını çizdiklerim,
tekrar okuyacaklarım. Böylesine zihnimi ve ruhumu böylesine yoran, etkileyen
bir romandan sonra biraz gerçek hayat desem… Siz ne dersiniz?
“Eskiden bildiğimiz yerler,
kendilerini kolaylık olsun diye yerleştirdiğimiz mekanlar alemine ait
değildirler sadece. O zamanlarki hayatımızı oluşturan, birbirine bitişik
izlenimlerin ince bir dilimidirler; belirli bir görüntünün hatırası belirli bir
anın özleminden ibarettir ve evler, yollar, caddeler de, heyhat, seneler gibi
uçup gider.” Sh 430
“Zaten doğa, içimde uyandırdığı
bütün duygulardan ötürü, insanların mekanik icatlarının tam tersiymiş gibi
geliyordu bana. Bir doğa parçası insanların izini ne kadar az taşıyorsa, benim
ruhumun genişlemesine o kadar çok imkan tanıyordu.” Sh 388
“Az ileride, Vivonne Nehri’nin
yatağı su bitkileriyle tıkanırdı. Önce tek tek bitkiler görülürdü, örneğin bir
nilüfer, talihsiz bir tesadüfle yerleştiği ters akıntı yüzünden bir türlü rahat
edemez, otomatik hareketli bir feribot gibi, bir kıyıya ulaştığı anda hemen
karşı kıyıya döner, sonsuza dek bu gidiş dönüş yolculuğunu tekrarlardı. Kıyıya
doğru itilirken sapı açılır, uzar, gerilebileceği kadar gerilirdi, kıyıya
değdiği anda tekrar akıntıya kapılan yeşil halat kıvrılır, bir saniye bile
orada kalmayıp aynı manevrayla tekrar harekete geçtiğinden, zavallı bitkiyi varış
değil, kalkış noktası diyebileceğimiz noktaya götürürdü yine. Her gezintimizde
aynı durumda bulduğum nilüfer, büyükbabamın Leonie Hala’mı da aralarına kattığı
nevrozlu hastaları anlatırdı bana; bunlar, yıllar yılı, hep kurtulmak üzere
olduklarını zannettikleri ve hep korudukları garip alışkanlıkların değişmez
görüntüsüyle çıkarlar karşımıza; kaygılarının ve saplantılarının çarkına
kapılmışlardır ve bu çarkın dışına çıkmak için çırpınmaları, sadece çarkın
işleyişini sürdürmeye, önüne geçilemeyen, tuhaf ve uğursuz perhizlerini
harekete geçirmeye yarar. Nevrozlu hastalara benzeyen nilüferin hatırlattığı
bir başka şey de, ebediyen tekrarlanan benzersiz işkenceleriyle Dante’nin
merakını cezbeden zavallılardı;…”Sh169-170
Arka Kapak
“…tıpkı Japonların, suyla dolu
porselen bir kaseye attıkları silik kağıt parçalarının, suya girer girmez
çözülüp şekillenerek, renklenerek belirginlik kazandığı, somut, şüpheye yer
bırakmayan birer çiçek, ve, insan olduğu oyunlardaki gibi, hem bizim bahçedeki,
hem M. Swan’ın bahçesindeki bütün çiçekler, Vivonne nehrinin nilüferleri, köyün
iyi yürekli sakinleri, onların küçük evleri, kilise, bütün Combray ve civarı
şekillenip hacim kazandı, bahçeleriyle bütün kent çay fincanımdan dışarı
fırladı.”
Combray’de günbatımı, alışkanlık,
iyi geceler öpücüğü, Françoise, Leonie Hala, kilise, Adolphe Amca, pembeli
kadın, bahçede kitap okuma, akdikenler, mehtapta gezinti, sonbahar yalnızlığı,
arzunun doğuşu, Balbec, zambak kokan oda, Verdurinler’ler ve müritleri,
Swann’la Odette’in karşılaşması, Vinteuil’ün sonatı, Swan’ın aşkı,
kasımpatıları, kıskançlık, yalan, bekleyiş, müziğin dili, Champs-Elysees’de
karlı günler, Gilberte, hayal kırıklığı, umut…
Çaya batırılan bir madlenle
yeniden yakalanan, belleğin yaratıcı gücüyle yeniden canlandırılan bir geçmiş…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder