21 Mayıs 2017 Pazar

Kayıp Zamanın İzinde Swann'ların Tarafı - Marcel Proust


Çok ama çok düşkün olduğunuz annenizin ardından bir ağıt yakmak istediniz diyelim. Ve bunu tıpkı onun istediği gibi yatakta, onun bakımına muhtaç olarak yaptınız; cümleler, sayfalar, ciltler, yıllar boyunca… Acınızı azaltır mı?

Çok başarılı doktor bir baba ve erkek kardeşin gölgesinde yıllarca bir işte tutunamayan Marcel Proust’tan bahsediyorum. Ataerki bir ailede, annesinin kanatları altında, dünyaya kadın duyarlılığının da ötesinde bir pencereden bakabilen yazar.

Uzun süredir edebiyatta sadelikle gelen derinliği sevdiğini söyleyen biri olarak neyle karşılaşacağımı bilmeden başladım Swann’ların Tarafı’na. Öncesinde okuduğum Hazlar ve Günler’deki betimleme ve insan doğası çalışmalarından romanı tahmin etmeye çalıştım. Hazlar ve Günler değişikti. Hani Guernica’nın parçalarını çizdiği taslaklara baktığınızda heyecanlanırsınız ya öyle bir şeydi hissettiğim. Yirmili yaşlarında insan doğasına böylesine hakim birinin içimde koparacaklarının ayak sesleriydi, usul usul gelen…


Peki ağıtsa yazdığınız en mutlu olduğunuz zamana dönmez misiniz yani çocukluğunuza? Annenize en yakın olduğunuz zamanda dolaşırsınız. Annenizle muhteşem büyükannenizin sizdeki hassaslığı fark ettiği ve müdahale etmeye çalıştığı zamanlara. Bir kitap kurdu olarak gündüzleri mutluluktan uçtuğunuz, geceleri annenizden ayrılacağınız için azap içinde geçen günlere dönmek istemez misiniz? Manik depresifliğin tarihini yazdığınız neredeyse… Marcel Proust’un gerek ailesi gerekse yazdıkları öyle katmanlı öyle içine çekiveriyor ki kayboluyorsunuz. Analiz etmek istiyorsunuz, psikanalize neden hakim olmadığınıza hayıflanarak! Geceleri anneyi kaybetme korkusuna, babanın yanında bırakmanın eklendiğini mi yoksa basitçe her çocuk gibi karanlıktan korktuğunu anlamak istiyorsunuz. Yazar bunu size tepsiyle sunuyor nerdeyse hiçbir şey gizlemeden üstelik.

Çocukluğunuzdan sonra sanki hayatınızın devamında kendinizmiş gibi bir adamı anlatmaya başlıyorsunuz. Eskiden ailenizin sofrasında sıklıkla yer alan bir adam. Sizin gibi takıntılarıyla hayal dünyasında yaşayan biri… Hayat devam ederken siz doğmadan başlamış bir ilişkiyle kesişecek yollarınız. Akşam yemeklerinde annenizden ayırdığı için kızdığınız adamla birden bire yollarınız başka şekilde kesişecek… Benzer duygular yaşayacaksınız… Aşık olacaksınız, kadınların kendisine değil de zihninizde o insanlara yüklediğiniz tasvirlere belki de… Tutkuların kölesi, saplantılı takıntılarınızın peşinde zindan edeceksiniz hayatı kendinize… İkinci kısımda Swann’ın Odette’e aşkını okurken ister istemez aklıma Masumiyet Müzesi geldi. Bitmeyeceğini düşündüğüm bir romandı. Sokaklarda seksen darbesi olurken genç bir adam kendisiyle pek de ilgilenmeyen bir kadının peşinde, ailesini ziyaret derdindeydi. Gerçek hayattan uzak yaşamlar olarak tanımlayabilir miyim bunu? Proust’un kendisini, aşık Swann’ı ya da Pamuk’un romanındaki genci… Masumiyet Müzesi’ndeki kadın sonunda... İşin aslı öyle bir son beklerken ortaya çıkan küçük bir kız oluyor! Gülsem mi ağlasam mı bilemedim. Bu da Proust’un ustalığı desem, karakterlerin ve hatta yazarlarının züppeliğinden bahsetsem haddim olmayarak!

Konu topluma gelmişken yazar dönemimin sınıflarına, insan doğasına olduğu kadar hakim. Cumhuriyet, burjuvazi, aristokrasiye ince nüanslarla değiniyor. Öte yandan örneğin anlatıcının kırlarda dolaşırken sürekli köylü kızı görme isteği sonrasında üst sınıftan bir kıza aşık oluşu. Devamında Swann’ın sürekli birlikte olduğu hizmetkarları, şaşalı yaşamlara sahip üst sınıftakilerden ayırt etmezken sonrasında bir metrese aşık olması. Ya da mesleğinde iyi olan bir doktorun anlayışının kıt olması… Odette’i benzettiği tabloların incelemesi… Kendisi eşcinsel olan Proust’un eşcinsellikten sadece kadınlar boyutunda bahsederek sapkınlık olarak nitelendirmesi. Öte yandan annesinin bir tanıdığının küçükken ona “erkek olamayacak kadar güzel” demesi. Tüm bunları analiz edebilecek kadar psikanalize hakim olabilmeyi çok isterdim doğrusu.

Klasik dönem romanlarındaki betimlemelerin uzunluğu yorsa da Kayıp Zamanın İzinde’ki kadar detaylı, hayal gücünü zorlayan tasvirlere rastlanır mı bilmiyorum. Hele bir de buna insan doğası katılıyorsa. Yani kaç kişi bir nilüferin hareketini nevrozlu hastaya benzetebilir? Söylecek ne çok şey var. Evet bu roman çok yordu beni. Sanırım üniversite döneminde özellikle tiplemeler ve betimlemeleriyle satır satır hatta tekrar tekrar okumak isteyeceğim bir roman olurdu. Ve büyülenirdim. Ancak şimdilerde gerçekçiyim. Belki Proust gibi melankolik yapım için artık izin vermiyorum bu tip satırlara hayatımda. Melankoli, hüzün, hayaller demişken Floransa ve Venedik’e gitmeden önce günler günler boyunca hayal kurup, mutlulukla dolup taşan bir çocuğun hayali gerçekleşmek üzereyken hastalanmasına ne dersiniz?

Hayal kurarken geçen zaman gerçek hayattan mı çalar? Yoksa gerçek hayat herkesin tanımlamasına göre farklı mıdır? Öte yandan Proust kurduğu hayallerle zamanı öteleyebileceğini düşünüyor mu sizce? Zamanın insafsızca geçip gitmesine kurduğu şaşalı hayallerle tepki veriyor olabilir mi? O duyguları sürekli kılarak, bitmediklerini mi kanıtlamak istiyor dersiniz?

Söyleyecek çok şey var. Dönemine her şekilde hakim böylesine usta bir yazarla karşı karşıyayken. Kayıp Zamanın İzinde koştururken iz bırakmış bir usta, hayatını neredeyse yatakta ve hasta geçiren bir usta üstelik.  Altını çizdiklerim, tekrar okuyacaklarım. Böylesine zihnimi ve ruhumu böylesine yoran, etkileyen bir romandan sonra biraz gerçek hayat desem… Siz ne dersiniz?

“Eskiden bildiğimiz yerler, kendilerini kolaylık olsun diye yerleştirdiğimiz mekanlar alemine ait değildirler sadece. O zamanlarki hayatımızı oluşturan, birbirine bitişik izlenimlerin ince bir dilimidirler; belirli bir görüntünün hatırası belirli bir anın özleminden ibarettir ve evler, yollar, caddeler de, heyhat, seneler gibi uçup gider.” Sh 430

“Zaten doğa, içimde uyandırdığı bütün duygulardan ötürü, insanların mekanik icatlarının tam tersiymiş gibi geliyordu bana. Bir doğa parçası insanların izini ne kadar az taşıyorsa, benim ruhumun genişlemesine o kadar çok imkan tanıyordu.” Sh 388

“Az ileride, Vivonne Nehri’nin yatağı su bitkileriyle tıkanırdı. Önce tek tek bitkiler görülürdü, örneğin bir nilüfer, talihsiz bir tesadüfle yerleştiği ters akıntı yüzünden bir türlü rahat edemez, otomatik hareketli bir feribot gibi, bir kıyıya ulaştığı anda hemen karşı kıyıya döner, sonsuza dek bu gidiş dönüş yolculuğunu tekrarlardı. Kıyıya doğru itilirken sapı açılır, uzar, gerilebileceği kadar gerilirdi, kıyıya değdiği anda tekrar akıntıya kapılan yeşil halat kıvrılır, bir saniye bile orada kalmayıp aynı manevrayla tekrar harekete geçtiğinden, zavallı bitkiyi varış değil, kalkış noktası diyebileceğimiz noktaya götürürdü yine. Her gezintimizde aynı durumda bulduğum nilüfer, büyükbabamın Leonie Hala’mı da aralarına kattığı nevrozlu hastaları anlatırdı bana; bunlar, yıllar yılı, hep kurtulmak üzere olduklarını zannettikleri ve hep korudukları garip alışkanlıkların değişmez görüntüsüyle çıkarlar karşımıza; kaygılarının ve saplantılarının çarkına kapılmışlardır ve bu çarkın dışına çıkmak için çırpınmaları, sadece çarkın işleyişini sürdürmeye, önüne geçilemeyen, tuhaf ve uğursuz perhizlerini harekete geçirmeye yarar. Nevrozlu hastalara benzeyen nilüferin hatırlattığı bir başka şey de, ebediyen tekrarlanan benzersiz işkenceleriyle Dante’nin merakını cezbeden zavallılardı;…”Sh169-170

Arka Kapak

“…tıpkı Japonların, suyla dolu porselen bir kaseye attıkları silik kağıt parçalarının, suya girer girmez çözülüp şekillenerek, renklenerek belirginlik kazandığı, somut, şüpheye yer bırakmayan birer çiçek, ve, insan olduğu oyunlardaki gibi, hem bizim bahçedeki, hem M. Swan’ın bahçesindeki bütün çiçekler, Vivonne nehrinin nilüferleri, köyün iyi yürekli sakinleri, onların küçük evleri, kilise, bütün Combray ve civarı şekillenip hacim kazandı, bahçeleriyle bütün kent çay fincanımdan dışarı fırladı.”

Combray’de günbatımı, alışkanlık, iyi geceler öpücüğü, Françoise, Leonie Hala, kilise, Adolphe Amca, pembeli kadın, bahçede kitap okuma, akdikenler, mehtapta gezinti, sonbahar yalnızlığı, arzunun doğuşu, Balbec, zambak kokan oda, Verdurinler’ler ve müritleri, Swann’la Odette’in karşılaşması, Vinteuil’ün sonatı, Swan’ın aşkı, kasımpatıları, kıskançlık, yalan, bekleyiş, müziğin dili, Champs-Elysees’de karlı günler, Gilberte, hayal kırıklığı, umut…
Çaya batırılan bir madlenle yeniden yakalanan, belleğin yaratıcı gücüyle yeniden canlandırılan bir geçmiş…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...