Aşk acısıyla yanıp tutuşurken can
derdine düşünce öldüreceği sanılan o acı nereye gider? Ya da sanat barış zamanlarına
mı özgüdür? Refah içinde yaşamla, yoksullukta hissedilenler farklı mıdır? Gerçek
nedir? Başlayıp biter mi? Fiziksel ve duygusal acılar arasında fark var mıdır? Uzunca
bir süredir bu sorular zihnimde dallanıp budaklanırken karşıma aşağıdaki
paragraf çıkıverdi. Hazlar ve Günler’in önsözünde… Proust’la ilgili
düşüncelerim ağır ağır değişiyor muydu?
“Marcel Proust batan güneşin
umutsuz görkemini ve snop bir ruhun huzurunu kaçıran boş meseleleri tasvir
etmekten eşit derecede hoşlanıyor. En az doğanın bize anaç bir cömertlikle
sunduğu acılar kadar zalim olan seçkin acıları, yapay ızdırapları anlatmakta
üzerine yok. İtiraf etmem gerekir ki bu uydurulmuş ızdıraplar, insan dehasının
bulduğu acılar, sanatsal acılar bana son derece ilginç ve “özentici” geliyor,
bunların birkaç seçme örneğini incelediği ve tasvir ettiği için Marcel Proust’a
müteşekkirim.” Sh7-8
O kadar çok direndim ki okumamak
için sonunda canım okuma gurubum galip çıktı ve Kayıp Zamanın İzini sürmeye
karar verdim (burada kocaman gülümsemeyle mecbur kaldım demeliyim). Edebiyat
tarihinde böylesine ağırlığı olan bir yazarın kitapları ön hazırlık olmadan
okunabilir miydi? Neyse ki Botton işimizi kolaylaştırıp nefis bir kitap
yazmıştı. Okuyan herkese “biran önce Proust okumalıyım” dedirten! Proust
Yaşamınızı Nasıl Değiştirir’den sonra aklımda, sağlam olduğunu düşündüğüm bir
profil çıkmıştı. Gene de ağırdan almak istedim ve Üst Kat Komşusuna yazdığı
mektupları okudum. Son derece kolay okunan, yazar ve dönem hakkında ipuçları
veren minicik bir kitaptı. Hazlar ve Günler’e gelmişti sıra. Kayıp Zamanın
İzinde’nin habercisi olduğu söyleniyordu. Okumadan olmazdı o zaman….
Yaşadığı dönemdeki sanayi
devrimi, burjuva sınıfı, aristokrasi, sosyete ve din adamlarını anlatıyordu bu
kitapta. Sınıflarına ve hissettiklerine ya da hırslarına, aşklarına maddi
durumlarına göre demek daha doğru sanırım. Sonra yer tasvirleri, insan
ilişkileri, sınıf atlama çabaları derken karşımda gerçekten ön çalışma halinde
olan bir kitap vardı. Konular arasında bütünlük kurmaya çalışsam da bir ön
çalışma diyebilirdim Hazlar ve Günler için. Tüm bu analizleri, tasvirleri
yirmili yaşlarında yapıyordu, hayran olunması gereken kısım bu muydu? Şu dönem
son derece karışık olan zihnim etkileniyor muydu? Onca inat ve itirazdan sonra
üstelik!
Proust’un abisi ve babası çok
başarılı iki cerrah. Beden üzerindeki hakimiyetlerine, bir nevi erkek egemen
duruşlarına karşı tam tersi bir yöne doğru gitmiş Proust. Annesiyle birlikte
kadınlara atfedilen bir yöne… Duygulara daha doğrusu insan zihnine yönelmiş.
Evinden dışarıda daha az zaman geçirmesine rağmen aşkı, hırsları, sınıfları
böylesine anlatabilmesi, derin kavrayışı, betimlemeleri insanı hayrete
düşürecek şekilde detaylandırması üstelik bunları yirmili yaşlarda yapıyor
olması insanı hayrete düşürüyor. İnsan peşinden gelecek olanı merak ediyor, bir
yandan ürkerek…
Yaşamak mı hayal etmek mi? Her
şeyin gelip geçici olduğunu söylerken evinden çıkmadan sadece hayal ederek
yaşamanın güzelliğini mi anlatıyor yoksa sonlara mı isyan ediyor? Bir yandan
böylesine kibar ve insanları hoş tutmaya çalışmasının ardındakilere bakarken
bir yandan entelektüel açıdan kendine yetebilmesi bir yandan her şeyi çok fazla
hissedebildiği için hayatının bir nevi zehir olması… Bilmiyorum, benim kafam bu
aralar zaten çok karışık ve Kayıp Zamanın İzinin beni nereye götüreceğini
bilmiyorum gerçekten…
“Hayat bizi acımasızca sıkıştıran,
hiç durmadan ruhumuzu acıtan zorlu bir iştir. Hayat bağlarının bir an
gevşediğini hissettiğimizde basiretli bir dinginlik hissedebiliriz.
Çocukluğumda din tarihine geçmiş kişiler arasında kaderi bana en acıklı gelen,
kırk gün boyunca onu gemiye hapseden tufan yüzünden Nuh Peygamber’di. Daha
sonraları sık sık hastalanmaya başladım ve ben de uzun günler boyunca “gemi”de
hapis kaldım. O zaman anladım ki, gemi kapalı, yeryüzü karanlık olduğu halde
Nuh dünyayı en iyi gemiden görebilmişti. Nekahat dönemine girdiğimde, bir an
olsın yanımdan ayrılmayan, geceleri de yanımda kalan annem “geminin kapısını
açıp” çıktı. Ama tıpkı güvercin gibi, “o akşam yine geldi”. Sonra tamamen
iyileştim, annem de güvercin gibi bir daha gelmedi”. Tekrar yaşamaya başlamam,
kendimden uzaklaşmam, anneminkiler kadar tatlı olmayan sözlere kulak vermem
gerekti; hatta bununla da kalmadı, annemin o güne kadar hep yumuşacık olan
sözleri de artık hayatın ve bana öğretmesi gereken görev bilincinin sertliğini
taşıyordu. Tufanın tatlı güvercini, peygamberin sizin gittiğinizi görünce
dünyanın yeniden doğuşundan ötürü yaşadığı sevince bir hüznün de karışmadığını
düşünmek mümkün mü? Hayatın askıya alınmasının ve çalışmaları, kötü arzuları
yarıda kesen gerçek “tanrısal ateşkesin” dinginliği; ölümden sonrasının
gerçeklerine bizi yaklaştıran hastalığın ihsanı ve…..” Sh 10-11
Arka Kapak
“Proust hatırlamaya başlıyor…
Marcel Proust’un 20’li yaşlarında
kaleme aldığı, kısa anlatılardan ve şiirlerden oluşan bu eser, bir bakıma Kayıp
Zamanın İzinde’nin habercisidir…
Honore’nin yakışıklı sofra
arkadaşı gençliğin ihtiyatsızlığıyla Heredia’nın eserlerinde genelde
söylendiğinden daha fazla düşünce bulunabileceğini ima etmeye kalkışınca,
zihinsel alışkanlıkları sarsılan konuklar surat astılar. Ama Mme Fremer derhal,
“Aksine onlar takdire şayan oymalı akikler, görkemli mineler, kusursuz
kuyumculuk örnekleri” diye haykırınca bütün çehrelerde yeniden keyifli ve
doyumlu ifadeler belirdi. Anarşistlere ilişkin bir tartışma daha vahimdi. Ama
Mme Fremer bir doğa yasasının kaçınılmazlığı karşısında boyun eğercesine,
teslimiyetle, “Bütün bunların ne yararı var? Zenginler ve yoksullar daima var
olacak?” dedi yavaşça. Ve en yoksulu en azından yüz bin frank ranta sahip olan
bütün davetliler bu gerçekle yüz yüze gelince vicdan azaplarından kurtulup
yürekten bir neşeyle son şampanya kadehlerini de devirdiler…”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder