13 Mayıs 2017 Cumartesi

Hazlar ve Günler - Marcel Proust



Aşk acısıyla yanıp tutuşurken can derdine düşünce öldüreceği sanılan o acı nereye gider? Ya da sanat barış zamanlarına mı özgüdür? Refah içinde yaşamla, yoksullukta hissedilenler farklı mıdır? Gerçek nedir? Başlayıp biter mi? Fiziksel ve duygusal acılar arasında fark var mıdır? Uzunca bir süredir bu sorular zihnimde dallanıp budaklanırken karşıma aşağıdaki paragraf çıkıverdi. Hazlar ve Günler’in önsözünde… Proust’la ilgili düşüncelerim ağır ağır değişiyor muydu?  


“Marcel Proust batan güneşin umutsuz görkemini ve snop bir ruhun huzurunu kaçıran boş meseleleri tasvir etmekten eşit derecede hoşlanıyor. En az doğanın bize anaç bir cömertlikle sunduğu acılar kadar zalim olan seçkin acıları, yapay ızdırapları anlatmakta üzerine yok. İtiraf etmem gerekir ki bu uydurulmuş ızdıraplar, insan dehasının bulduğu acılar, sanatsal acılar bana son derece ilginç ve “özentici” geliyor, bunların birkaç seçme örneğini incelediği ve tasvir ettiği için Marcel Proust’a müteşekkirim.” Sh7-8

O kadar çok direndim ki okumamak için sonunda canım okuma gurubum galip çıktı ve Kayıp Zamanın İzini sürmeye karar verdim (burada kocaman gülümsemeyle mecbur kaldım demeliyim). Edebiyat tarihinde böylesine ağırlığı olan bir yazarın kitapları ön hazırlık olmadan okunabilir miydi? Neyse ki Botton işimizi kolaylaştırıp nefis bir kitap yazmıştı. Okuyan herkese “biran önce Proust okumalıyım” dedirten! Proust Yaşamınızı Nasıl Değiştirir’den sonra aklımda, sağlam olduğunu düşündüğüm bir profil çıkmıştı. Gene de ağırdan almak istedim ve Üst Kat Komşusuna yazdığı mektupları okudum. Son derece kolay okunan, yazar ve dönem hakkında ipuçları veren minicik bir kitaptı. Hazlar ve Günler’e gelmişti sıra. Kayıp Zamanın İzinde’nin habercisi olduğu söyleniyordu. Okumadan olmazdı o zaman….

Yaşadığı dönemdeki sanayi devrimi, burjuva sınıfı, aristokrasi, sosyete ve din adamlarını anlatıyordu bu kitapta. Sınıflarına ve hissettiklerine ya da hırslarına, aşklarına maddi durumlarına göre demek daha doğru sanırım. Sonra yer tasvirleri, insan ilişkileri, sınıf atlama çabaları derken karşımda gerçekten ön çalışma halinde olan bir kitap vardı. Konular arasında bütünlük kurmaya çalışsam da bir ön çalışma diyebilirdim Hazlar ve Günler için. Tüm bu analizleri, tasvirleri yirmili yaşlarında yapıyordu, hayran olunması gereken kısım bu muydu? Şu dönem son derece karışık olan zihnim etkileniyor muydu? Onca inat ve itirazdan sonra üstelik!

Proust’un abisi ve babası çok başarılı iki cerrah. Beden üzerindeki hakimiyetlerine, bir nevi erkek egemen duruşlarına karşı tam tersi bir yöne doğru gitmiş Proust. Annesiyle birlikte kadınlara atfedilen bir yöne… Duygulara daha doğrusu insan zihnine yönelmiş. Evinden dışarıda daha az zaman geçirmesine rağmen aşkı, hırsları, sınıfları böylesine anlatabilmesi, derin kavrayışı, betimlemeleri insanı hayrete düşürecek şekilde detaylandırması üstelik bunları yirmili yaşlarda yapıyor olması insanı hayrete düşürüyor. İnsan peşinden gelecek olanı merak ediyor, bir yandan ürkerek…

Yaşamak mı hayal etmek mi? Her şeyin gelip geçici olduğunu söylerken evinden çıkmadan sadece hayal ederek yaşamanın güzelliğini mi anlatıyor yoksa sonlara mı isyan ediyor? Bir yandan böylesine kibar ve insanları hoş tutmaya çalışmasının ardındakilere bakarken bir yandan entelektüel açıdan kendine yetebilmesi bir yandan her şeyi çok fazla hissedebildiği için hayatının bir nevi zehir olması… Bilmiyorum, benim kafam bu aralar zaten çok karışık ve Kayıp Zamanın İzinin beni nereye götüreceğini bilmiyorum gerçekten…

“Hayat bizi acımasızca sıkıştıran, hiç durmadan ruhumuzu acıtan zorlu bir iştir. Hayat bağlarının bir an gevşediğini hissettiğimizde basiretli bir dinginlik hissedebiliriz. Çocukluğumda din tarihine geçmiş kişiler arasında kaderi bana en acıklı gelen, kırk gün boyunca onu gemiye hapseden tufan yüzünden Nuh Peygamber’di. Daha sonraları sık sık hastalanmaya başladım ve ben de uzun günler boyunca “gemi”de hapis kaldım. O zaman anladım ki, gemi kapalı, yeryüzü karanlık olduğu halde Nuh dünyayı en iyi gemiden görebilmişti. Nekahat dönemine girdiğimde, bir an olsın yanımdan ayrılmayan, geceleri de yanımda kalan annem “geminin kapısını açıp” çıktı. Ama tıpkı güvercin gibi, “o akşam yine geldi”. Sonra tamamen iyileştim, annem de güvercin gibi bir daha gelmedi”. Tekrar yaşamaya başlamam, kendimden uzaklaşmam, anneminkiler kadar tatlı olmayan sözlere kulak vermem gerekti; hatta bununla da kalmadı, annemin o güne kadar hep yumuşacık olan sözleri de artık hayatın ve bana öğretmesi gereken görev bilincinin sertliğini taşıyordu. Tufanın tatlı güvercini, peygamberin sizin gittiğinizi görünce dünyanın yeniden doğuşundan ötürü yaşadığı sevince bir hüznün de karışmadığını düşünmek mümkün mü? Hayatın askıya alınmasının ve çalışmaları, kötü arzuları yarıda kesen gerçek “tanrısal ateşkesin” dinginliği; ölümden sonrasının gerçeklerine bizi yaklaştıran hastalığın ihsanı ve…..” Sh 10-11

Arka Kapak

“Proust hatırlamaya başlıyor…

Marcel Proust’un 20’li yaşlarında kaleme aldığı, kısa anlatılardan ve şiirlerden oluşan bu eser, bir bakıma Kayıp Zamanın İzinde’nin habercisidir…


Honore’nin yakışıklı sofra arkadaşı gençliğin ihtiyatsızlığıyla Heredia’nın eserlerinde genelde söylendiğinden daha fazla düşünce bulunabileceğini ima etmeye kalkışınca, zihinsel alışkanlıkları sarsılan konuklar surat astılar. Ama Mme Fremer derhal, “Aksine onlar takdire şayan oymalı akikler, görkemli mineler, kusursuz kuyumculuk örnekleri” diye haykırınca bütün çehrelerde yeniden keyifli ve doyumlu ifadeler belirdi. Anarşistlere ilişkin bir tartışma daha vahimdi. Ama Mme Fremer bir doğa yasasının kaçınılmazlığı karşısında boyun eğercesine, teslimiyetle, “Bütün bunların ne yararı var? Zenginler ve yoksullar daima var olacak?” dedi yavaşça. Ve en yoksulu en azından yüz bin frank ranta sahip olan bütün davetliler bu gerçekle yüz yüze gelince vicdan azaplarından kurtulup yürekten bir neşeyle son şampanya kadehlerini de devirdiler…”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...