Kuzey taç kapısının önünde durmuş
hayranlıkla izliyordum. Usul usul yağan yağmurla ıslanmaya başlamış olsam da
kımıldayamadım. Büyülenmiştim, şiddetli gökgürültüleri anın etkisini arttırıyordu.
Taşlara oyulmuş, çiçekler, ağaçlar, geometrik şekiller. Muhteşem bir incelikle yapılmış ve günümüze
kadar kalabilmiş, sekizyüz yıldan bahsediliyordu. Sanırım bendeki ilk kırılma
noktası Divriği Ulucami oldu. Binlerce kilometre öteki kültürlerle harmanlanıp,
Anadolu’da yapılan bir mucize gibiydi Ulucamii…
Uzakdoğuya ait sevimli, ilgi
çekici, bazen korkutucu kimi çizimler, heykellerdeki detayların her birinin
anlamı olduğunu dinlemek gerçekten şaşırtıcıydı. Öyle ya birkaç başın yan yana olması,
ellerde tutulan lotus çiçeklerinden, tesbihlere, üzerlerinde oturulan
yılanlardan, yabandomuzlarına her şeyin bir anlamı vardı. Rastgele, çizenin ruh
haline göre şekillenmiş olduklarını düşünmüştüm hep. Okudukça, öğrenmeye
çalıştıkça kimi kavramların derinliği, Anadolu’daki farklı isimli kavramlarla
benzerliği daha çok şaşırttı desem.
İnternetin, cep telefonlarının
olmadığı bir dünya düşünün… İpek ve baharat yollarındaki kervanlarla aylar
belki de yıllar sonra birbirlerinden haber alabilen, kavuşan insanlar.
Kervanların konakladıkları yerlerde sadece mal değil, ister istemez bilgi
alışverişi de yaptıklarını düşünün bir de… Bugünün beyin göçü bir nevi… Hele
Moğollardan kaçan insanların batıya taşıdıklarını… Afganistan’ın Belh şehrinde
doğan Mevlana Moğollar olmasa Konya’ya yerleşip, Şems’le tanışabilir miydi ya
da Mevlevilik ve Bektaşilik ortaya varolabilir miydi? Aklımın bir ucundan geçen
düşüncelere Hindistan’a gidişimle gördüklerim de etkilenince öğrenmek,
semboller dünyasına dalmak kaçınılmaz oldu benim için. Evet Batı sürekli Antik
Yunan’dan bahsediyordu, dinleri Hz. Musa’ya dayamışlar, anlatıyorlardı. Peki birdenbire
Göbeklitepe çıkmamış mıydı ortaya her şeyi altüst eden? Peki ya Batıda
aradığını bulamayıp doğuya Hindistan’a arınmaya gidenler…
Tek istediğim öğrenmek, anlamları
zamanla değişebilen kavramları, kültürleri, her şeyin gelip geçici oluşunu… Kainatın
doğasını anlatan bir çember, kültürel kuralların doğa kanunlarından ayrıldığı
kare, ruhun meydana çıktığı ve geçerli hale geldiği noktayla başladım işte…
Arka Kapak;
“Antik Yunan filozofları için mit
mitostu, logostan ayrıydı. Mitostan sezgisel, kozmogonik anlatılar çıkarken,
logostan akla uygun tartışmalar çıkmıştır. Eski Hindu kahinleri için mit mitya
idi, sattan ayrıydı; sembolik hakikatin ta kendisiydi. Çünkü “nihayetsiz
mitlerde yatıyordu ebedi ve ezerli gerçek”.
Brahma ile Saraswati’nin çemberi…
Vişnu ile Lakşmi’nin karesi… Şiva ile Şakti’nin noktası… Hindular için varolan her
şey kutsal, tüm mevcudiyet tanrısallıkla dolu, dolayısıyla her şey ibadet
edilmeye değerdir. Çünkü Tanrıdır her yerde görünen. “Vedalarda anlatılan
tanrılar yeryüzünde yaşardı. Yerde duran ateş, Agni vardı. Yer ile gök arasında
uzanan yel, Vayu vardı. Göklerde hüküm süren, şimşekleriyle muson bulutlarına
yağmur getiren İndra vardı. Sonra güney Surya, ay Çandra, yedi göksel cisim
Graha… ve Devalar, Rişiler, Asuralar, Nagalar, Yakşalar…” ve Tanrının üç ana
tezahuru vardı: Brahma olarak yaratır, Vişnu olarak devamını sağlar. Şiva
olarak yok eder. Tüm bunlar Tanrının yaratma, dönüştürme gücünün insani
düzlemde beliren tezahürleridir.
Varlığın, en dış katmanından,
derinliklerine doğru, gerçeği, cevabı arayan kimse, hayat nefesini ruhun
soluğuna bağlayan yolu kat ettiğinde başlangıçtaki temel olayın zamandaşı
haline gelecek; dünya ve kahinatın kendisi şimdi ve her zaman onun için
saydamlaşacaktır.
Aziz okuyucu, işte bu yüzden
mit/mitos/mityanın şifresini bilmek değil, belki içine girmek ve onu temaşa
etmek gerekir.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder