10 Ekim 2016 Pazartesi

Mit ve Mitya – Devdutt Pattanaik


Kuzey taç kapısının önünde durmuş hayranlıkla izliyordum. Usul usul yağan yağmurla ıslanmaya başlamış olsam da kımıldayamadım. Büyülenmiştim, şiddetli gökgürültüleri anın etkisini arttırıyordu. Taşlara oyulmuş, çiçekler, ağaçlar, geometrik şekiller.  Muhteşem bir incelikle yapılmış ve günümüze kadar kalabilmiş, sekizyüz yıldan bahsediliyordu. Sanırım bendeki ilk kırılma noktası Divriği Ulucami oldu. Binlerce kilometre öteki kültürlerle harmanlanıp, Anadolu’da yapılan bir mucize gibiydi Ulucamii…

Uzakdoğuya ait sevimli, ilgi çekici, bazen korkutucu kimi çizimler, heykellerdeki detayların her birinin anlamı olduğunu dinlemek gerçekten şaşırtıcıydı. Öyle ya birkaç başın yan yana olması, ellerde tutulan lotus çiçeklerinden, tesbihlere, üzerlerinde oturulan yılanlardan, yabandomuzlarına her şeyin bir anlamı vardı. Rastgele, çizenin ruh haline göre şekillenmiş olduklarını düşünmüştüm hep. Okudukça, öğrenmeye çalıştıkça kimi kavramların derinliği, Anadolu’daki farklı isimli kavramlarla benzerliği daha çok şaşırttı desem.

İnternetin, cep telefonlarının olmadığı bir dünya düşünün… İpek ve baharat yollarındaki kervanlarla aylar belki de yıllar sonra birbirlerinden haber alabilen, kavuşan insanlar. Kervanların konakladıkları yerlerde sadece mal değil, ister istemez bilgi alışverişi de yaptıklarını düşünün bir de… Bugünün beyin göçü bir nevi… Hele Moğollardan kaçan insanların batıya taşıdıklarını… Afganistan’ın Belh şehrinde doğan Mevlana Moğollar olmasa Konya’ya yerleşip, Şems’le tanışabilir miydi ya da Mevlevilik ve Bektaşilik ortaya  varolabilir miydi? Aklımın bir ucundan geçen düşüncelere Hindistan’a gidişimle gördüklerim de etkilenince öğrenmek, semboller dünyasına dalmak kaçınılmaz oldu benim için. Evet Batı sürekli Antik Yunan’dan bahsediyordu, dinleri Hz. Musa’ya dayamışlar, anlatıyorlardı. Peki birdenbire Göbeklitepe çıkmamış mıydı ortaya her şeyi altüst eden? Peki ya Batıda aradığını bulamayıp doğuya Hindistan’a arınmaya gidenler…

Tek istediğim öğrenmek, anlamları zamanla değişebilen kavramları, kültürleri, her şeyin gelip geçici oluşunu… Kainatın doğasını anlatan bir çember, kültürel kuralların doğa kanunlarından ayrıldığı kare, ruhun meydana çıktığı ve geçerli hale geldiği noktayla başladım işte…

Arka Kapak;

“Antik Yunan filozofları için mit mitostu, logostan ayrıydı. Mitostan sezgisel, kozmogonik anlatılar çıkarken, logostan akla uygun tartışmalar çıkmıştır. Eski Hindu kahinleri için mit mitya idi, sattan ayrıydı; sembolik hakikatin ta kendisiydi. Çünkü “nihayetsiz mitlerde yatıyordu ebedi ve ezerli gerçek”.

Brahma ile Saraswati’nin çemberi… Vişnu ile Lakşmi’nin karesi… Şiva ile Şakti’nin noktası… Hindular için varolan her şey kutsal, tüm mevcudiyet tanrısallıkla dolu, dolayısıyla her şey ibadet edilmeye değerdir. Çünkü Tanrıdır her yerde görünen. “Vedalarda anlatılan tanrılar yeryüzünde yaşardı. Yerde duran ateş, Agni vardı. Yer ile gök arasında uzanan yel, Vayu vardı. Göklerde hüküm süren, şimşekleriyle muson bulutlarına yağmur getiren İndra vardı. Sonra güney Surya, ay Çandra, yedi göksel cisim Graha… ve Devalar, Rişiler, Asuralar, Nagalar, Yakşalar…” ve Tanrının üç ana tezahuru vardı: Brahma olarak yaratır, Vişnu olarak devamını sağlar. Şiva olarak yok eder. Tüm bunlar Tanrının yaratma, dönüştürme gücünün insani düzlemde beliren tezahürleridir.

Varlığın, en dış katmanından, derinliklerine doğru, gerçeği, cevabı arayan kimse, hayat nefesini ruhun soluğuna bağlayan yolu kat ettiğinde başlangıçtaki temel olayın zamandaşı haline gelecek; dünya ve kahinatın kendisi şimdi ve her zaman onun için saydamlaşacaktır.


Aziz okuyucu, işte bu yüzden mit/mitos/mityanın şifresini bilmek değil, belki içine girmek ve onu temaşa etmek gerekir.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...