“Baba ve Piç” adını ilk
duyduğumda dehşet içinde kalmış, kendini nasıl böylesine ortaya koyabilir
demiştim Elif Şafak için. Hatta kapak fotoğrafında bir gönderme bulmuş dehşetim
bir kat daha artmıştı. Narın bereket anlamının, Anadolu’dan Kafkaslara Ortadoğu’ya
böylesine yoğun kullanımının, henüz farkında değildim o zamanlar. Öte yandan
bayıldığım Dostoyevski değil miydi babasının ölümünden duyduğu suçluluk
duygusunu romanlarında işleyen? Kırmızı Saçlı Kadın’ı okurken de aynı duygu
susmadı içimde, Orhan Pamuk’un babasıyla derdi neydi öyle ya otuz yıl bekleyip
demlenen bir konudan bahsediliyordu.
Kapağı kapattığımda neredeyse bir
günde bitebilecek basitliğe eşlik eden kadim ve çok ağır bir konuyla karşı
karşıya kalmanın buruk heyecanıyla sorular gidip gelmeye başladı aklımda. Baba,
iktidar, otorite, giden babanın ardından hissedilen, baba yerine koyma, otorite ihtiyacı, anne, resmedilen figürler, başkasının yerine koyabilme ve benim ilgi alanım
olmaya başlayan, bu romanı okumamdaki itici güç olan “kuyu”lar! Evet, canım okuma
arkadaşım Narince, kuyudan minyatürlerden bahsediliyor diyerek kandırmıştı beni
okumam için.
Gördüğüm kuyuların nasıl açıldığına dair hiç düşünmemiştim bugüne
kadar. Hatta bir dönem kuyuculuğun nasıl da önemli bir meslek olduğu, kuyu açma
tekniği hakkında hiç fikrim yoktu. Yazarın tekniği detaylandırması, hatta şekil
çizmeye kadar işi götürmesi değişik geldi ve hoşuma gitti açıkçası.
Bu kitaptan önce okuduğum Benerci
Kendini Niçin Öldürdü’de nefis bir gökyüzü seyretme kısmı vardı. Sevgilisiyle
4.katın penceresinden bacaklarını sarkıtarak yıldızları ayaklara altına alıp
seyrettikleri gece, Cem’in ustasıyla kuyu kazmaya gittiği ilk gece gökyüzüne
bakarak düşündükleriyle birleşti zihnimde. Galiba samanyolunun büyüleyici
görüntüsüne dalmayı çok özlemişim.
“Gece ustamın horultusundan
uyumayınca başımı çadırın kenarından dışarı uzattım. Kasabanın ışıkları
gözükmüyordu; gök lacivertti ama yıldızların ışıltısı sanki alemi turuncu
yapmıştı. Biz de sanki bu alemde koskocaman bir portakalın üzerinde oturmuş,
karanlıkta uyumaya çalışıyorduk. Göğe çıkıp yıldızların ışıltısına ulaşmak
yerine, şimdi üzerinde uyuduğumuz toprağın içine girmeyi hayal etmemiz doğru
muydu?” Sh.17
Kitabın ne kadar basit yazıldığı
hakkında düşünürken bunun bilinçli bir seçim olduğu kanısına vardım sanırım.
Herkesin okuması için olmasından öte böylesine ağır bir konuyu aktarma seçeneği
olabilirdi. Kitabın bir yerinde, Yeşilçam filimlerinde Firdevsi’nin Şehnamesi
gibi destanlardan alınmış konulardan bahsediliyordu. Öyle ya tam Türk filmi
diye okumaya devam ettiğim kitap, hayatın kendisi değil miydi? Kadim baba
sorununu, anneyle ilişkiyi anlatan basit gibi duran ama çok çok ağır binlerce
yıldır anlaşılmaya çalışılan bir konuyu işlenmemiş miydi? Yazar bile yazmak için otuz yıldır beklemiyor muydu?
Kitabın kahramanı Cem, farkında olmadan
giden babasının yerine koyduğu ustasıyla arasındaki ilişkisini anlatırken belki
de asıl babasına yapmak istediğini yapar. İşin aslı ben ustadan bir vukuat
beklerken Cem erken davranmıştır. O nokta benim için kitapta kırılma noktası
oldu açıkçası. Ve hiç beklemediğim bir son… Her şey Türk filmi kıvamında giderken tersyüz
olup bambaşka bir açıyla bakmak konuya! Gerçekten bir sürpriz bekliyor okuru,
tabii ne kadar heyecanlanırsınız bilemem…
“Takvime uzun uzun baktığımı
gören yaşlı, güngörmüş ev sahibi yanıma geldi. Ona bu resmin ne olduğunu
sordum. Şehname’de Rüstem’in Sührab’ı öldürdükten sonra oğlu için ağladığı
sahne olduğunu söyledi. Yüzünde “Nasıl bilmezsiniz?” diyen gururlu bir bakış
vardı. İranlılar, Batılılaşma yüzünden geçmiş şairlerini unutan biz Türkler
gibi değiller diye düşündüm. Özellikle şairlerini unutmazlar.” Sh 106
“Ama asıl soru, resim kültürü ve
geleneği çok daha geniş ve zengin olan Avrupa’da, Oidipus deyince babayı
öldürmek ya da anneyle yatmak gibi temel sahnelerin hiç resmedilmemesiydi.
Avrupalı ressamlar bu sahneleri kelimelerle düşünebiliyor, hikayeyi
anlıyorlardı. Ama kelimelerle düşünebildikleri şeyleri, gözlerinin önüne
getiremiyor, resmetmiyorlardı. Bu yüzden Oidipus’un, Sphink’in kördüğümünü
çözdüğü anı resmetmişlerdi yalnızca. Oysa resmin çok az yapılıp bakıldığı, çoğu
zaman yasaklandığı İslam ülkelerinde, Rüstem’in oğlu Sührab’ı öldürmesi
binkerce kere coşkuyla resmedilmişti.”Sh 124
Arka Kapak
“İlk aşk deneyimi bütün bir
hayatı belirler mi? Yoksa kaderimizi çizen yalnızca tarihin ve efsanelerin gücü
müdür?
Orhan Pamuk, Kırmızı Saçlı
Kadın’da bizi otuz yıl önce İstanbul yakınlarındaki bir kasabada liseli bir
gencin yaşadığı sarsıcı bir aşk hikayesiyle, büyük bir insani suçun peşinden
sürüklüyor.
1980’lerin ortalarında geleneksel
usulle kuyu kazan Mahmut Usta ile çırağı “küçük bey” Cem zor bir arazide su
ararlarken, kasabanın hemen dışındaki sarı çadırda esrarengiz bir tiyatrocu
kadın her gece eski masal ve hikayeleri yeniden anlatmaktadır.
Roman, bir yandan genç kahramanın
aşk, kıskançlık, sorumluluk ve özgürlük duygularıyla derinden tanışmasını
hikaye ederken, diğer yandan medeniyetler üzerinden babalar ve oğullar;
“otoriterlik” ve birey olma konularını tartışıyor.
Kırmızı Saçlı Kadın’da okur,
Batı’nın ve Doğu’nun iki temel efsanesi, Sophokles’in Kral Oidipus’u (babayı
öldürmek) ile Firdevsi’nin “Rüstem ile Sührab”ıyla (oğulu öldürmek) yeniden
karşılaşacak ve kendine sıradan hayatlarımızın eski metinlerden ne kadar
etkilendiği sorusunu soracak.
Pamuk, en iyi kitaplarını
Nobel’den sonra yazan eşsiz bir yazar.(Independent Londra)”
baba ve piç'i benimde elime verdiklerinde türlü düşünceler belirdi kafamda zira yeni bir okur olduğum için ne yazar ne konu hakkında elle tutulur bir bilgim yoktu hala da okumuş değilim önyargıdan değil vakitsizlikten ama sen gibi yorumlarını okuduklarıma sebep geride vermedim mutlaka okuyacağım..
YanıtlaSilsevgiler ♥
Yazarın hayatımı bilmemden kaynaklanan bir öntepkiydi benimki... Belki de aklında öyle birşeyler yoktu... bu kadar olay yaratan bir kitap okunacaksa önyargısız okunması dileklerimle... Sevgiler
Sil