Gecenin bir yarısı balkondan her
yanımı saran ışıltılı bina yığınlarına bakıyorum. Ne çok bina, ne çok hayat
diye geçiyor yine aklımdan. Üstelik orta büyüklükte bir taşra kentindeyim.
Ürkütücü mü? Kesinlikle… Bu kadar hızla çoğalan insanlara yetmeyen yollar,
artan özel hastanelere rağmen düşen hizmet kalitesi, çoğalan özel okullar ve basit
matematik işlemlerinden bile bir haber olan çoçuklar. Şehir hallerinden
bahsediyorum tabii ki. İnsanoğlunun her döneminde böyle şikayetleri olmuş
diye geçiyor aklımdan…
Birinci Dünya Savaşı, sonrasında
Kurtuluş Savaşı’ndan yeni çıkmış Anadolu geliyor aklıma. Ve kapıya kadar
dayanan İkinci Dünya Savaşı! İçeri giremese de etkisi yadsınabilir mi? Savaş sonralarında yani 1950’lerde bir gazete muhabiri tüm Anadolu’yu dolaşıp
yazıyor, gördüklerini, yaşadıklarını…
Dört ciltte toplanan bu yazılar
arasında ağır ağır ilerliyorum. 60 sene öncesinin Türkiye’sinden bahsediyor.
Karadeniz’in azgın dalgalarında ilerlemeye çalışan, Samsun’dan geçen geminin
varlığını biliyorum az çok. Ama ambarında istiflenmiş halde Rize’den Samsun’da
günlerce yolculuk edildiğini bilmiyormuşum. Ya da bir trenin üst mevkilerinde
cayır cayır yanan kalorifere rağmen balık istifi seyahat edilen kısmında nasıl
donulabilindiğini de…
Öte yandan gördüğüm şehirlerle
birleştirmeye çalışıyorum okuduklarımı mesela Van’la. Evliya Çelebi’nin çökmüş
bir deveye benzettiği kalesi geliyor aklıma ve yerleşimi, dağ köyleri, muhteşem
gölüyle birlikte... (Sahi bu göldeki tarihi yüzlerce yıla dayanan, kendine hayran bırakan kilisenin yıkılmaktan Yaşar Kemal
sayesinde kurtulduğunu biliyor muydunuz?) Bir yandan da mesela Diyarbakır’da
Sanayi Devrimi’nin yansımalarını, Marshall yardımının etkilerini okuyorum canım
ister istemez çok sıkılarak. Toprak beylerinin hizmetinde neredeyse karın
tokluğuna çalışan köylülerin gelen traktörlerle iyiden iyiye aç kalışları
sözlerin tıkanışı…
Biraz da gıpta ederek Ağrı Dağı’nın
zirvesine çıkışını okumak heyecanlandırıyor sonra. Nuh’un gemisini arayan ve
Küp Gölü cıvarında bulduğunu söyleyen Fransız kafileyle birlikte zirveye çıkışı
muhteşem. Antep’te kaçakçı oluşunu gülümseyerek okuyorum, gazetecilik aşkıyla
sınırdan ateş altında Halep’e geçip dönüyor. Hatta istihbarat memuru bile
oluyor. Bu arada üzerinde bulutla çekiyorum yaşasın derken bulut olması dağa çıkacaklar için pek iyiye alamet değilmiş, hava şartları nedeniyle tabii ki... Aşağıda yanan ovaya rağmen yukarıda tipi, dondurucu soğuk!
Erzurum, Amasya, İstanbul’dan da
hatta Sait Faik’in Mark Twain derneğinin fahri üyeliğini aldığında söyledikleri,
gidebildiğim şehirlerde okuyacaklarım, satırların izlerini arayacaklarım
arasında olacak belli. Usta yazarın sarsan yalınlığının izinde dolaşacağım
belki de canım Anadolu’yu bundan sonra…
Arka Kapak
“Romanlarında Anadolu insanının
gerçek dünyasını destansı boyutlara taşıyan, yaşanmış ve yaşanan gerçeği
mitlerin, efsanelerin evreninde çoğaltan Yaşar Kemal, sadece bir romancı ve
halkbilimci değil, gazetelerimizde modern röportaj yazarlığının da kurucusudur.
Onun, her biri yayımlandığı dönemde olay yaratan röportajlarında gerçek, hayat
buldu ve okuyucuyu sarstı.
Bu Diyar Baştanbaşa dörtlüsünün
ilk kitabı Nuhun Gemisi acıtıcı gerçeği şiirsel bir güzellikle okura sunarken,
gerçeğin acısıyla edebiyatın hazzı aynı anda hissedilir.
“İnsan birden irkiliveriyor. Atom
bombası bu şehre düşmüş sanki. Yer yer taş yığınları, harabeler. Diyarbakır pas
tutmuş. Diyarbakır, eski, çok eski bir demir kapı kadar paslı.(…)Bu şehir
kılıf içinde.” Yaşar Kemal
“Türk umumi efkarından ve
memleketten neler saklandığını görmek, hakikatin ne olduğunu anlamak için Yaşar
Kemal’in sade bir kalemle, yalnız realiteyi ifade azmiyle yazdıklarını
okumalı.”
Hüseyin Cahit Yalçın, Ulus,
6Eylül 1953
çok içten anlatmışsın.
YanıtlaSilyaşar kemal okuyucusuna yakışır cinsten bi yazı. tebrik ederim.
güzel yorumun için ben teşekkür ederim canım
Sil