Gözlerim raylarda anlamaya çalışıyorum.
12 saatlik yolda belki de defalarca makas değiştiriliyor. Peki bu hemen
önümdeki kolla mı oluyor, tabii ki soruyorum. Elektronik sistem olduğu,
buradaki rayların Malatya’dan kontrol edildiği söylendiğinde gerçekten çok şaşırıyorum.
Önden ve yukarıdan daha iyi fark ediliyor tonlarca ağırlıkta vagonlar incecik
rayların üzerinde gidiyoruz.
Tren yolculuklarından birinde
kafede çay içerken tanışıp, sohbet ettiğim bir büyüğüm bu tip durumlarda
temkinli davranmamı, Ayşe Arman’ın kokpitle ilgili yazısı nedeniyle çok ciddi
ceza alan pilotları anlatmıştı. İlk defa duyuyordum, çok ağır gelmişti bana. Hal
böyle olunca, sorumlu davranıp makina dairesini anlatmamaya karar verdim ama
azıcık serzenişle son zamanlardaki yayınlar nedeniyle yayınların esnediği
söylendiği için ballandırarak anlatayım dedim. Siz de tatlı tatlı okuyun olur
mu?
Heyecanla bindiğim Fırat Ekspresi’nde
yaşadığım yer karmaşası ve bir görevlinin yardım ettiğinden bahsetmiştim daha
önce. Yer konusunda epey bir gürültü yaptığım için mi bilmiyorum sonuçta
görevliler, elimde fotoğraf makinasıyla beni hoş görüp (ya da genel müdürlükten
sanıp J )
ön vagona yani makinistlerin yanına almayı teklif ettiler. Tabii ki bayıldım,
sonsuz teşekkürler…
Saatler sonra bir durakta çay içecek
kadar vakit olduğunu duyup rüzgar hızıyla aşağı indiğimde, makina dairesine bu
durakta geçmemim iyi olacağını söylediler. Tam olarak anlamadım ne demek
istediklerini, vagonlar arasından geçer gelirdim en öne, diye düşünsem de
evdeki hesap çarşıya uymadı. Vagonlarla arasında sistemin olduğu bir ara kabin
vardı ve oradan geçemiyordum! Bunu daha sonra öğrenecektim! Hal böyle olunca başka bir durakta, kısa sürede
öne geçmek zorunda kaldım. Vagonun hemen yanında durup basamaklara baktığınızda
hele de kaldırım yoksa ilk basamak çok yüksek geliyor ve birden
algılayamıyorsunuz oradan çıkmanız gerektiğini. Neyse sonunda bindim, sonradan gülsem
de o anki şok halim gerçekten görülmeye değerdi.
Neredeyse 12 saat yolda olan
Mustafa Bey ve Önder Bey yemek sorununa çare bulmuşlar, hatta şansıma bana da
ikram ettiler. Ve nefis çay… Benim için yepyeni bir deneyim olsa da onlar için
sıradan birgündü işte. Yıllar yıllar boyunca aynı yollarda ve incecik rayların
üzerinde gitmek… Virajlarda karşına ne çıkacağını bilmemek… Can güvenliği ve
fren konusu da önemliydi benim için. Yapacak da fazla bir şey yoktu anladığım.
Bu arada defalarca raylara yakın
koyun sürülerine rastladık, rayları geçerken çekmeyi çok isterdim. Ama bu çoban
için çok riskli, son birkaç koyunu geçirirken de yakalayamadım içimde kaldı
açıkçası. Dedim ya ben işin ne çekebilirim yanındayken her an karşınıza bir
şeyler çıkabilir. Fren yapmak imkansız gibi bir şey! Dışarıdan içeriyi çektiğim
fotoğraflar için camları biraz silseydim netleme çok daha güzel olacak elimde
daha iyi fotolar olacaktı neyse herşey tecrübe ve bu güzel tecrübe içinse tüm
Fırat Ekspresi çalışanlarına ama öncelikle makinistler Mustafa Bey ve Önder Bey’e
çok teşekkürler…
Daha önceki yazıda Elazığ Ovası’na
bakan Harput’ta kalmıştık. Hititlere kadar uzanan tarihiyle Harput’taki
binlerce yıllık Urartu Kalesindeydik. Çevresindeki anlamsız, sorumsuz, gereksiz
ve cahilce yapılanmayla içimiz cız etmişti. Harput, neredeyse her döneme dair
eserleriyle görülmeye değer yerlerden biri.
Kale çevresindeki berbat yapılaşma
nedeniyle bozulan moralim Şefik Gül Kültür Evi’ni görünce biraz olsun düzeldi.
Geleneksel Harput evini orjinaline uygun restore ederek, ziyaretçilere
açmışlar. Hala böyle güzel işler yapan insanlar olduğunu görmek umut verici.
İlk defa eğri minareli bir camii
gördüm, Harput’taki Ulu Camii, yapım hatasından kaynaklanıyormuş.
Türkler Anadolu’ya gelirken geçtikleri
yollarda, yaşadıkları, devlet kurdukları ülkelerde kendi gelenekleriyle
oraların geleneklerini harmanladılar ister istemez. Dolayısıyla Harput’taki Ulu
Camii bana, benzerlerini İran’da gördüğümü düşündürdü. Ancak bu yapılar bulundukları
coğrafyaya uygun olarak zamanla değişikliğe uğruyor. Artukoğulları döneminde
yapılan bu camii, hava soğukluğu nedeniyle yerini daha kapalı olanlara
bırakmış. Örneğin Divriği’deki Ulu Camii’nin aydınlık kısmı sadece bir
açıklıktan ibaret.
Kitabesiyse okunmaya değer...
Anadolu’da arkeoloji müzeleriyle
ilgili “rutubet koku”lu algım özellikle Elazığ ve Malatya’daki modern müzelerle
değişiyor. Elazığ’daki Arkeoloji Müzesinin girişi mezar başları olan atlar ve
koçlarla ilgi çekici olmuş bence. Öte yandan bu müzede yerlerde, Türkiye’de
sadece Elazığ’da çıkan vişne çürüğü mermerlerin kullanılmış olması çok hoş
gözüküyordu.
Artık trenle değil otobüsle
Malatya’ya gitme zamanı. Akşamüzeri Yeni Hacı Yusuf Camii yakınlarındayken yağmur
başladı. Işık gidiyor, fotoğraf çekmek zorlaşacak, yeni şemsiye mi alsam diye
düşünürken yağmur kesildi ve güneş açtı, yüzümdeki gülücüklerle. Bu arada
kayısı yol babaları o kadar şirinler ki Malatya’ya çok yakışmışlar bence.
İyice akşam olmadan biraz
fotoğraf çekebilmek için kuruyemişçileri içeri girmeden güç bela geçip
Bakırcılar Çarşı’sına girdim. Elazığ’da buzdolaplarında gördüğüm kelleler
tütsülenmiş hallerde askılarda, tütsülenmemiş halleriyle yerlerdeydi. Mardin’de
o sıcakta açıkta satılan tavukları gördüğümden beri ilk defa bu kadar
şaşırıyorum. Kelleci amcalardan birine bunlar sineklenmiyor mu diyorum ama
zaten ortada öyle bir şeyler yok. Fotoğraftaki gibi alüminyum değil de tuğla
ocağı olan bir amcanın olabildiği kadar fotoğraflarını çekiyorum. Göndereyim
fotoğrafları deyip adres istiyorum tak diye kartını çıkarıyor, gülümsüyorum. Burada
kazancılar, bıçakçılar, lehimciler de var. Hızlıca bir turla ayrılıyorum bu
çarşıdan.
Acilen ayakkabıcılara doğru
gidiyorum, genelde fotoğraf çektiriyorlar ama istemeyenler de var. En çok
insanların en başta istemeyip başkalarını çekerken usul usul gelmelerine, sonra
da “E beni de çekiver bari” demelerine bayılıyorum. Bu arada ayakkabı
tamircilerinin hemen yan tarafında nefis kuruyemişçiler var. Cennete girmiş
gibi hissediyorum. Gün kurusu kayısı, kayısı çikolatası, bademi, narlı sucuk,
yok orciği Elazığ’dan almıştım zaten. İşin aslı şehir dışından gelmiş Malatya’lı
bir aileyle konuşup onların aldıklarını alıyorum.
Malatya Arkeoloji Müzesi’nde
gördüğüm M.Ö. 3000 lere tarihlenen bu resimlerin benzerlerini kilim
desenlerinde de görüyorum. Müzelerde sergilenen kilimleri incelediğimde
benzetmeye çalışıyorum şekilleri çoğu zaman, eğer açıklama yoksa benzetemeyip
sinir oluyorum. Daha bol zaman daha çok incelemeyle zamanla anlarım belki de…
Arkeoloji Müzesi’nden çıktıktan
sonra çok hoş bir meydan geliyor karşınıza. Gerçek ebatlı değirmen, ufak
şelale, kafeler, biraz ileride yol boyunca akan ufak bir çay. Yol boyunca gene
kafeler. Bu arada o gün Yeni Malatya Spor birinci lige geçtiği için varın siz
düşünün kutlamaları, gençlik hallerini! Meydandaki 20. yy başlarında yapılan Yeni
Hacı Yusuf Camii’n de üç minare var. Biri orada olan ve sanırım depremle
yıkılan eski camiden kalmış ve korunmuş. Önündeki meydanda oturma yerleri var,
yorulanlar için ideal.
Battalgazi’de seramik atölyesinde
yapılıp evlerin duvarlarında sergilenen nefis seramikli yolda yürümek güzel.
Yol boyunca uzanan Bizans duvarları yıkılıp tekrar yapılıyor. Orijinal hallerinin
üzerine restorasyon yapılması daha iyi olmaz mı diye düşünmeden edemiyor insan.
Aynı şey kervansaray için de geçerli, o kadar yeni ki tarihi eser olmaktan
çıkmış artık…
Çini görünce heyecanlanıyorum.
Buradaki Ulucamii de İran’dakilerin birebir aynısı neredeyse, avlulu, asıl
kısmı tuğla, taş kısımlar eklenmiş. Harput’takinden geniş, tuğladan yapılması,
çinileriyle insan ilk yapıldığı zamanları merak etmeden duramıyor. Hatta o
çinili halinin görsel şölenini düşünmek heyecanlandırıyor insanı.
Aslantepe’deki höyüğe doğru
yolum. Girişte gördüğüm en sevimli kral heykeliyle fotoğraf çektirmeden olmaz.
Burada Hitit Saray’ına dair buluntuları inceliyorum. Höyüklerde ortaya
çıkarılan katmanlar her daim heyecanlandırmıştır beni. Burada işaretlenmiş
dokuz katmanı görmek çok değişik, oturup seyredesim geldi desem. Binlerce
yıllık, göz bebeği kalıntıların yayındaysa hayat devam ediyor. İneklerini otlatan,
cep telefonuyla konuşan insanlar için hayat normal. Binlerce yıl sonra
bizlerden ne kalacak yoksa nükleer bir savaşta herşey yok mu olacak diye
düşünmeden edemiyorum elimde değil.
Bu yazı kısaltmalarıma rağmen
epey uzun oldu. Biri bana Elazığ ve Malatya hakkında bu kadar uzun yazacağımı
ve yazmak istediğim daha çok şey olacağını söylese gülerdim muhtemelen. Anadolu’nun
her yerinden ayrılırken tekrar gelmeyi diliyorum içtenlikle. Bu arada İstanbul’da
sadece bir kez yediğim kiraz yaprağı dolmasını Malatya’ya tekrar geldiğimde
yemek dileğiyle. Bu yazıyı buraya kadar okuyan herkese gönülden teşekkür edip,
Anadolu’yu keşfetmeye, öğrenmeye devam diyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder