18 Mayıs 2015 Pazartesi

Trenle Anadolu 6 Adana - Elazığ -Malatya 3


Gözlerim raylarda anlamaya çalışıyorum. 12 saatlik yolda belki de defalarca makas değiştiriliyor. Peki bu hemen önümdeki kolla mı oluyor, tabii ki soruyorum. Elektronik sistem olduğu, buradaki rayların Malatya’dan kontrol edildiği söylendiğinde gerçekten çok şaşırıyorum. Önden ve yukarıdan daha iyi fark ediliyor tonlarca ağırlıkta vagonlar incecik rayların üzerinde gidiyoruz. 


Tren yolculuklarından birinde kafede çay içerken tanışıp, sohbet ettiğim bir büyüğüm bu tip durumlarda temkinli davranmamı, Ayşe Arman’ın kokpitle ilgili yazısı nedeniyle çok ciddi ceza alan pilotları anlatmıştı. İlk defa duyuyordum, çok ağır gelmişti bana. Hal böyle olunca, sorumlu davranıp makina dairesini anlatmamaya karar verdim ama azıcık serzenişle son zamanlardaki yayınlar nedeniyle yayınların esnediği söylendiği için ballandırarak anlatayım dedim. Siz de tatlı tatlı okuyun olur mu?

Heyecanla bindiğim Fırat Ekspresi’nde yaşadığım yer karmaşası ve bir görevlinin yardım ettiğinden bahsetmiştim daha önce. Yer konusunda epey bir gürültü yaptığım için mi bilmiyorum sonuçta görevliler, elimde fotoğraf makinasıyla beni hoş görüp (ya da genel müdürlükten sanıp J ) ön vagona yani makinistlerin yanına almayı teklif ettiler. Tabii ki bayıldım, sonsuz teşekkürler…

Saatler sonra bir durakta çay içecek kadar vakit olduğunu duyup rüzgar hızıyla aşağı indiğimde, makina dairesine bu durakta geçmemim iyi olacağını söylediler. Tam olarak anlamadım ne demek istediklerini, vagonlar arasından geçer gelirdim en öne, diye düşünsem de evdeki hesap çarşıya uymadı. Vagonlarla arasında sistemin olduğu bir ara kabin vardı ve oradan geçemiyordum! Bunu daha sonra öğrenecektim!  Hal böyle olunca başka bir durakta, kısa sürede öne geçmek zorunda kaldım. Vagonun hemen yanında durup basamaklara baktığınızda hele de kaldırım yoksa ilk basamak çok yüksek geliyor ve birden algılayamıyorsunuz oradan çıkmanız gerektiğini. Neyse sonunda bindim, sonradan gülsem de o anki şok halim gerçekten görülmeye değerdi.

Neredeyse 12 saat yolda olan Mustafa Bey ve Önder Bey yemek sorununa çare bulmuşlar, hatta şansıma bana da ikram ettiler. Ve nefis çay… Benim için yepyeni bir deneyim olsa da onlar için sıradan birgündü işte. Yıllar yıllar boyunca aynı yollarda ve incecik rayların üzerinde gitmek… Virajlarda karşına ne çıkacağını bilmemek… Can güvenliği ve fren konusu da önemliydi benim için. Yapacak da fazla bir şey yoktu anladığım.


Bu arada defalarca raylara yakın koyun sürülerine rastladık, rayları geçerken çekmeyi çok isterdim. Ama bu çoban için çok riskli, son birkaç koyunu geçirirken de yakalayamadım içimde kaldı açıkçası. Dedim ya ben işin ne çekebilirim yanındayken her an karşınıza bir şeyler çıkabilir. Fren yapmak imkansız gibi bir şey! Dışarıdan içeriyi çektiğim fotoğraflar için camları biraz silseydim netleme çok daha güzel olacak elimde daha iyi fotolar olacaktı neyse herşey tecrübe ve bu güzel tecrübe içinse tüm Fırat Ekspresi çalışanlarına ama öncelikle makinistler Mustafa Bey ve Önder Bey’e çok teşekkürler…


Daha önceki yazıda Elazığ Ovası’na bakan Harput’ta kalmıştık. Hititlere kadar uzanan tarihiyle Harput’taki binlerce yıllık Urartu Kalesindeydik. Çevresindeki anlamsız, sorumsuz, gereksiz ve cahilce yapılanmayla içimiz cız etmişti. Harput, neredeyse her döneme dair eserleriyle görülmeye değer yerlerden biri.

Kale çevresindeki berbat yapılaşma nedeniyle bozulan moralim Şefik Gül Kültür Evi’ni görünce biraz olsun düzeldi. Geleneksel Harput evini orjinaline uygun restore ederek, ziyaretçilere açmışlar. Hala böyle güzel işler yapan insanlar olduğunu görmek umut verici.


İlk defa eğri minareli bir camii gördüm, Harput’taki Ulu Camii, yapım hatasından kaynaklanıyormuş. 

Türkler Anadolu’ya gelirken geçtikleri yollarda, yaşadıkları, devlet kurdukları ülkelerde kendi gelenekleriyle oraların geleneklerini harmanladılar ister istemez. Dolayısıyla Harput’taki Ulu Camii bana, benzerlerini İran’da gördüğümü düşündürdü. Ancak bu yapılar bulundukları coğrafyaya uygun olarak zamanla değişikliğe uğruyor. Artukoğulları döneminde yapılan bu camii, hava soğukluğu nedeniyle yerini daha kapalı olanlara bırakmış. Örneğin Divriği’deki Ulu Camii’nin aydınlık kısmı sadece bir açıklıktan ibaret.


 Kitabesiyse okunmaya değer...

Anadolu’da arkeoloji müzeleriyle ilgili “rutubet koku”lu algım özellikle Elazığ ve Malatya’daki modern müzelerle değişiyor. Elazığ’daki Arkeoloji Müzesinin girişi mezar başları olan atlar ve koçlarla ilgi çekici olmuş bence. Öte yandan bu müzede yerlerde, Türkiye’de sadece Elazığ’da çıkan vişne çürüğü mermerlerin kullanılmış olması çok hoş gözüküyordu.


Artık trenle değil otobüsle Malatya’ya gitme zamanı. Akşamüzeri Yeni Hacı Yusuf Camii yakınlarındayken yağmur başladı. Işık gidiyor, fotoğraf çekmek zorlaşacak, yeni şemsiye mi alsam diye düşünürken yağmur kesildi ve güneş açtı, yüzümdeki gülücüklerle. Bu arada kayısı yol babaları o kadar şirinler ki Malatya’ya çok yakışmışlar bence.

İyice akşam olmadan biraz fotoğraf çekebilmek için kuruyemişçileri içeri girmeden güç bela geçip Bakırcılar Çarşı’sına girdim. Elazığ’da buzdolaplarında gördüğüm kelleler tütsülenmiş hallerde askılarda, tütsülenmemiş halleriyle yerlerdeydi. Mardin’de o sıcakta açıkta satılan tavukları gördüğümden beri ilk defa bu kadar şaşırıyorum. Kelleci amcalardan birine bunlar sineklenmiyor mu diyorum ama zaten ortada öyle bir şeyler yok. Fotoğraftaki gibi alüminyum değil de tuğla ocağı olan bir amcanın olabildiği kadar fotoğraflarını çekiyorum. Göndereyim fotoğrafları deyip adres istiyorum tak diye kartını çıkarıyor, gülümsüyorum. Burada kazancılar, bıçakçılar, lehimciler de var. Hızlıca bir turla ayrılıyorum bu çarşıdan.

Acilen ayakkabıcılara doğru gidiyorum, genelde fotoğraf çektiriyorlar ama istemeyenler de var. En çok insanların en başta istemeyip başkalarını çekerken usul usul gelmelerine, sonra da “E beni de çekiver bari” demelerine bayılıyorum. Bu arada ayakkabı tamircilerinin hemen yan tarafında nefis kuruyemişçiler var. Cennete girmiş gibi hissediyorum. Gün kurusu kayısı, kayısı çikolatası, bademi, narlı sucuk, yok orciği Elazığ’dan almıştım zaten. İşin aslı şehir dışından gelmiş Malatya’lı bir aileyle konuşup onların aldıklarını alıyorum.


Malatya Arkeoloji Müzesi’nde gördüğüm M.Ö. 3000 lere tarihlenen bu resimlerin benzerlerini kilim desenlerinde de görüyorum. Müzelerde sergilenen kilimleri incelediğimde benzetmeye çalışıyorum şekilleri çoğu zaman, eğer açıklama yoksa benzetemeyip sinir oluyorum. Daha bol zaman daha çok incelemeyle zamanla anlarım belki de…

Arkeoloji Müzesi’nden çıktıktan sonra çok hoş bir meydan geliyor karşınıza. Gerçek ebatlı değirmen, ufak şelale, kafeler, biraz ileride yol boyunca akan ufak bir çay. Yol boyunca gene kafeler. Bu arada o gün Yeni Malatya Spor birinci lige geçtiği için varın siz düşünün kutlamaları, gençlik hallerini! Meydandaki 20. yy başlarında yapılan Yeni Hacı Yusuf Camii’n de üç minare var. Biri orada olan ve sanırım depremle yıkılan eski camiden kalmış ve korunmuş. Önündeki meydanda oturma yerleri var, yorulanlar için ideal.

 Battalgazi’de seramik atölyesinde yapılıp evlerin duvarlarında sergilenen nefis seramikli yolda yürümek güzel. Yol boyunca uzanan Bizans duvarları yıkılıp tekrar yapılıyor. Orijinal hallerinin üzerine restorasyon yapılması daha iyi olmaz mı diye düşünmeden edemiyor insan. Aynı şey kervansaray için de geçerli, o kadar yeni ki tarihi eser olmaktan çıkmış artık…


Çini görünce heyecanlanıyorum. Buradaki Ulucamii de İran’dakilerin birebir aynısı neredeyse, avlulu, asıl kısmı tuğla, taş kısımlar eklenmiş. Harput’takinden geniş, tuğladan yapılması, çinileriyle insan ilk yapıldığı zamanları merak etmeden duramıyor. Hatta o çinili halinin görsel şölenini düşünmek heyecanlandırıyor insanı.


Aslantepe’deki höyüğe doğru yolum. Girişte gördüğüm en sevimli kral heykeliyle fotoğraf çektirmeden olmaz. Burada Hitit Saray’ına dair buluntuları inceliyorum. Höyüklerde ortaya çıkarılan katmanlar her daim heyecanlandırmıştır beni. Burada işaretlenmiş dokuz katmanı görmek çok değişik, oturup seyredesim geldi desem. Binlerce yıllık, göz bebeği kalıntıların yayındaysa hayat devam ediyor. İneklerini otlatan, cep telefonuyla konuşan insanlar için hayat normal. Binlerce yıl sonra bizlerden ne kalacak yoksa nükleer bir savaşta herşey yok mu olacak diye düşünmeden edemiyorum elimde değil.

 Bu yazı kısaltmalarıma rağmen epey uzun oldu. Biri bana Elazığ ve Malatya hakkında bu kadar uzun yazacağımı ve yazmak istediğim daha çok şey olacağını söylese gülerdim muhtemelen. Anadolu’nun her yerinden ayrılırken tekrar gelmeyi diliyorum içtenlikle. Bu arada İstanbul’da sadece bir kez yediğim kiraz yaprağı dolmasını Malatya’ya tekrar geldiğimde yemek dileğiyle. Bu yazıyı buraya kadar okuyan herkese gönülden teşekkür edip, Anadolu’yu keşfetmeye, öğrenmeye devam diyorum.  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...