16 Mayıs 2015 Cumartesi

Trenle Anadolu 6 - Adana - Elazığ - Malatya -2


Sonunda nefis çinili girişiyle Adana garındayım. Günlerden 1 Mayıs ve giriş kapanmış gibi gözüküyor. Tatil mi yoksa diye kısa bir panik anından sonra içeri giren insanları görüyorum, trenin kalkmasına kısa bir süre var. Çağrı merkezinden aldığım bileti kağıda döktürüyorum. Ve yerime kurulmak üzere trene gidiyorum. 



Vagonlar üzerinde numara yazmıyor, bir o yana bir bu yana gidip duruyorum. İçeri giriyorum çok kalabalık, herkes boş yer arıyor, dedim ya trenin kalkmasına çok kısa bir süre var. Hafifçe kızıyorum elinizdeki biletlerde numara yok mu, ne diye bu kadar dolaşıyorsunuz diye? Sonradan o anları düşündükçe gülmeden edemedim, şimdi yazarken bile öyle. Çünkü insanlar gerçekten boş buldukları yere oturuyorlar hatta kompartıman kapıyorlardı. 

Bense çekme kısmı bozulmuş çantamla kan ter içinde artık iyice sinirlenmiş halde bir görevliye gidiyorum. Hani elimde çağrı merkezinden alınmış numaralı biletim var ya! Şimdi bile gülüyorum o anlara. Ben biletten falan bahsederken kompartmandaki tatlı aile, biletlerini sonradan alıveriyor işte. Herşeyin de kurallara göre olması gerekmiyor, hele de o tatlı kalabalığı düşündükçe. Bu durumda bilmeniz gereken tek şey biraz daha erken gidip istediğiniz yeri kapabilmek. Aman dikkat tatil zamanları koridorlar bile dolarmış.


Öte yandan 4-5 saat sonra o kalabalık azalıyor. Benim gibi istediğiniz yere geçiveriyorsunuz ve hatta ayaklarınızı bile uzatabiliyorsunuz. 12 saatlik bir yol için bu nasıl bir nimet anlatamam. Trenleri sevmemin bir nedeni de otobüslerde bulamadığım hareket esnekliği sanırım. Elazığ’a epey yaklamışken Malatya’da tekrar doluyor tren. Hatta bir gelin damat çekimi için birkaç dakika fazladan mola bile veriyoruz. 

Bu arada mucize gibi bir şey oluyor ve en öndeki vagona girmeme izin veriliyor. Kısa süre de olsa çok mutluyum. Tekrar tekrar çok çok teşekkür ederim, oradan fotoğraf çekmeme izin veren makinistlere. Sol tarafta otururken tren sürekli o tarafa kayacakmış gibi geliyor, incecik rayların üzerinde gidebilmesine ilk defa şaşırıyorum! Ciddi virajlardan, makaslardan geçiyoruz, hiç sektirmeden. Telsiz bağlantısı olduğu için arka vagonlarla da sürekli iletişim kurabiliyorlar.  Bir de o kadar sallantıya rağmen devrilmeyen, tabii ki korunaklı, tüp, ocak, beni şaşırtıyor. Orada içtiğim çayın tadı bir başkaydı desem. Mustafa ve Önder Bey’e misafirperverlikleri tekrar teşekkür ederim. Umarım bir gün daha uzun süreli misafirleri olup, tekrar çaylarını içebilirim.

İnmeye yakın yani Malatya’yı geçip Elazığ’a geldiğimizde yağmur karşılıyor bizi. Yolda tanıştığım tatlı mı tatlı gençler yardımcı oluyor bana. Sahi onların telefonlarını neden almadım diye hayıflanıyorum sonradan. Malatya’da Fırat kıyısındaki yazlıklarından geliyorlarmış. Kayısı bahçeleri varmış. Bahar olması nedeniyle her yer yemyeşil. Elazığ’da şehirden görünen çevre yeşilliğine hayran, her zamanki gibi umarım koruyabiliriz diyorum içten içe. Göremediğim Hazer Gölü’nde su sporları yapıldığını anlatıyorlar. Kimbilir belki de Kemaliye gibi Anadolu’nun yükselen değerlerinden biri olur yakın zamanda. Ne de güzel olur…

Cumartesi günü arastaya gittiğimde dolaplarda sıra sıra dizilmiş, fotoğraflarını buraya koyup koymamakta kararsız kaldığım kellere bakakalıyorum. Henüz bilmiyorum ama Malatya’da da göreceğim onlardan, üstelik açıkta! Dutla yapılan sucuklar yani pestiller de aklımı başımdan alıyor. “Orcik” deniliyormuş. (Sahi Gümüşhane’de de görmüştüm, hatta almıştım onlardan, adları “köme” idi.) Glikozsuz olandan isterseniz hemen veriyorlar. Tadıyorum ve tabii ki almadan duramıyorum. 

Elazığ, Gakkoşlar Diyarı yazan bir masa örtüsüne bakarken, satıcı kadın iğne oyalarından bahsediyor. Elazığ Arkeoloji Müzesi’nde ve yemek yediğim restoranda örneklerini ve bilgi levhalarını göreceğim daha sonra ama o anda vaktimin az olmasına hayıflanıyorum kadına teşekkür ederken. Elazığ’ın sekizgen kasketlerini de unutmamalı bu arada. Ama iğne oyaları benim için tam bir keşif bundan sonra alırken motifleri bilerek alacağım diye düşünüyorum.

 Canım babam Elaziz,  Diyarbekir dediğinde ya da bazı kelimeleri farklı söylediğinde içten içe merak ederdim.  Samsun’daki Mecidiye Çarşısının ya da bizim aile tarihimizde de önemli yeri olan Samsun’un ilk hastanesi Hamidiye Hastanesi’nin padişah adlarıyla bağlantısını kurmam uzun zaman aldı desem… Canım babam 1920 doğumluydu, tabii ki eski isimlerini kullanıyordu.

Bir yandan Harput’un Elazığ’dan daha çok mu bilindiğini düşünürken buluyorum kendimi. Hadi yola düşmeli. Tabelayla birlikte restore edilmiş geleneksel ev karşılıyor gelenleri. Harput dar bir alanda binlerce yılı barındıran yapılarıyla değişik geliyor bana. Urartular’ın kartal yuvası kalelerinden birini görmek mutluluk verici. Tabii binlerce yıllık bu kalenin ardında yani yükseğinde başka bir yapı görmek üzüyor insanı. Binlerce yılı beş, on, yirmi yılla kirletmek…


Zihnimde Divriği, Van’da gördüğüm Urartu kaleleri birleşiyor. Eski dönemde insanlar yüksek yerlerde yaşayıp ovaları tarım için değerlendirmişleri çok akıllıca. Van’dan gözalabildiğince uzanan ova çok hoşuma gitmişti, aynısı Harput’ta da var. Ama burada ovada kurulan şehre bakıyorsunuz. Tarım Anadolu’yu terk ediyor maalesef. Kendine yeten bir ülkeyken ithal ürünlere mahkum kalmak en az kale manzarasına yapılan yeni binalar kadar acıtıyor!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...