“Bütün anneler, annelerin en
güzeli,
Sen, en güzellerin güzeli. …”
Kitabın henüz girişinde
yukarıdaki dizelerle başlayan şiirin tamamını okumak öylesine sarsıyor ki
insanı! Aziz Nesin’in kurgu bir kitabını okuyormuş hissiyle allak bullak olmuş
kendime gelmeye çalışırken, dizelerin gerçek olduğunu farkediyorum. İyice sarsılıyorum, hele sayfalar ilerledikçe
onca kitapta kullanılan çocukluğundan alınmış malzemelere rastlamak… Kimi zaman
gözlerim dolu dolu, kimi zaman ağır bir hüzün dalgasıyla hızla ilerliyorum
sayfalarda. Bittiğindeyse boğazımda bir düğüm…
Aziz Nesin’in hiçbir şeyi
atmayıp, her şeyi değerlendirdiğine, çok tutumlu olduğuna dair bilgiler kafamın
bir köşesinde. Doğum yılı 1915. Canım babamın doğum yılı 1920. Benzerlikleri
bazen gülümsetirdi beni yani tutumluluğa dair. Oysa geçilen savaş dönemlerine
bakıldığında bulunan her şeyin nasıl kıymetli olduğunu belki şimdi şimdi
anlayabiliyorum.
Ağır işgal dönemine, Kurtuluş
Savaşı’na, Cumhuriyet’e ve ilk yıllarına dair, oradan buradan duyulmuş, çoğu
zaman üflendiğinde dağılıveren kağıttan kaleler olan cümlelerden sıkıldım. Hal
böyle olduğunda Aziz Nesin’in özyaşamöyküsü daha da kıymetleniyor gözümde. Kendi
hayat hikayesini anlatırken, çoğunluğun da hikayesini, ülkenin yapısını da anlatıyor.
Kitabın sonundaki, İngilizce çevirisi için yazılmış değerlendirmeden alınan
alttaki cümleler ne demek istediğimi belki de :
“…İstanbul Çocuğu* aynı zamanda,
sosyo-tarihsel ve politik bir belge olarak da eşsiz bir değere sahiptir. Ele
alınan dönem, tarihi açıdan oldukça eşi zor bulunur bir dönemdir. Öyle ki, epey
kısa olan bu dönem içerisinde, Türkiye, Ortaçağ süper-gücünden modern Avrupa
ülkesi arasındaki uçurumu aşmaya çalışmıştır. Ancak, son derece küçük,
gösterişsiz devlet biçimine geçiş için ne bir gelişme dönemi, ne bir hazırlık
olmadığı, bir de varolabilmek için yapılan umutsuz bir savaş içerisinde yer
almıştır. Bu dönemin tarihi-politik olayları çok iyi bilinmekte ve kaynaklara
dayanabilmektedir. Oysa Türk toplumunun kökenlerinde bu değişimin etkilerini,
toplumsal görüntülerini anlatan durumlar hemen hemen yok denecek kadar az
incelenmiş, araştırılmıştır. Nesin’in otobiyografisinde bu ikinci durumun,
belirgin iki boyutunun belgelerle kanıtlanmasıdır.
Birincisi, çocukluk anıları hemen
hemen görülmemiş bir biçimde, tam oluşum sırasında, geçiş döneminin sosyal
etkilerini tanımlar. İkincisi ise, -Nesin’in şimdiki (ya da var olan) politik
görüşleriyle babasının sahip olduğu görüşler arasındaki karşıtlık-Türkiye’de
bugün bile süregelen derin bölünmeyi yansıtır…” ( Sayfa 504-505)
*Böyle Gelmiş Böyle Gitmez
Istanbul Boy olarka İngilizceye çevrilmiş.
Aziz Nesin’i çocukluğunun bir
kısmında gittiği Mevlevi dergahı, kendisine ders veren ilerici Galip Derviş, 8
yaşında hafız olması okurken çok şaşırtıyor. İşin ilginç yanı kime bahsettiysem
de inanmakta zorluk çekiyor. Abdülhamit yanlısı ama Kurtuluş Savaşı’na katılmış
tutucu bir baba, ana baba nedir bilmeden büyümeye çalışmış, evlatlık verilmiş,
evlendirilmiş, verem olmuş bir anne… Küçücük yaşına rağmen çileler içinde
yaşayan küçücük bir kızkardeş, İstanbul’un kıyı köşesindeki odalarda geçen bir
çocukluk. Darüşşafaka’yı terk etmiş olmak… Böylesi bir hikayeyi içiniz ezile
ezile okuyup, 12 yaşına kadar geçen çocukluğunu öğreniyorsunuz ilk ciltte.
Hayatına nasıl devam ettiğini, ana babasından habersiz Darüşşafaka’dan ayrılmanın vicdan azabıyla
neler yaptığını çok merak ediyorum. Bir yandan da Vakıf kurmayabilirdi,
kazandığı parayla keyfine bakabilirdi diyorum içimden ve toplum için ne kadar
önemli bir örnek olduğunu daha iyi anlıyorum. Futbol ve bilye oynayamayan bir
erkek çocuğu Mehmet Nusret Nesin. Sokağa çıkmasına izin verilmemiş, çıksa
aşağılık kompleksiyle katılamamış aralarına, her şeyin üstünden gelebilmek için
kendini büyük olarak kabul ediyor. Hayalleri ve yalnızlığı eşlik ediyor
çocukluğuna;
“Çocukluğumdan bir şeyler seçmem
gerekirse, özlediğim üç şey vardır: Fitilli kısık gaz lambası ışığında
biçimlenen oda duvarlarındaki leke gölgeler, çocuk gözlerimin isteğince
oyuncaklaşan bulutlar, bir de annemin türküleri…” Sayfa 435
“İnsan, anılarının toplamıdır.
Toplum da öyle…
Nerede bizim anılarımız, biz
yoksul çocuklarının?...
Araba tıngır mıngır gidiyor, o
tıngırtıların arasında bozuk, eğri büğrü kaldırım taşlarına anılarım dökülüyor.
Yoksul İstanbul mahallerinin bakımsız sokaklarına çocukluğumun parça pürçük
dağılmış dökülmüş, paramparça… Her sokakta, benden kırık dökük parçalar,
dağılmışım bu İstanbul kentine gün gün…” Sayfa 103
Arka Kapak
“Esin perisi denilince gözümün
önüne altı balık, üstü kız olan denizkızı gibi bir havakızı geliyor.
…
Esin perim yok ama, benim de esin
cinim, esin cadım, esin devanam var. Benimkilerin yarısı kuş, yarısı kız değil,
olsa olsa onda biri insan da geri yanı canavar. Omzuma tünememiş, sırtıma
binmiş, ben altta iki büklüm, kan ter içinde, yorgun, bitik… Hem benim esin
cinim, esin cadım bitane değil, sürü sürü… İkisi inse üçü biniyor sırtıma.
…
Benim sırtıma binmiş, üstüme
çullanmış olan esin cadıları, esin cinleri, esin canavarları durmadan
buyuruyor, zorluyor, azarlıyor:
-Yaz! Hadi yazsana! Durma yaz! Ne
duruyorsun! Uyumaya hakkın var mı senin… Uyan! Oturma öyle… Kalk çabuk… Hasta
da olamazsın… Şişşşt, kalk bakalım… Yaz!
Benim esin cinlerim, cadılarım,
canavarlarım: Kira isteyenlerim, para isteyenlerim, alacaklılarım, bitürlü
bitip tükenmeyen gereksinimler…
Yazmam da ne yaparım?
Bu yeryüzünde, bir sanatçıyı altı
delinmiş bir ayakkabı kadar esinleyebilen, çalışmaya zorlayan başka hiçbişey
olamaz.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder