Ondokuzuncu yüzyılda, okul açan
bir İngiliz papazın, iki katolik öğrenci alması ya da iki katolik öğrencinin
okuluna kaydolması için ailelerini ikna etmesi ne kadar önemli olabilir? Bu öğrenciler
ve tabiatları, İngiltere'den Fransa'ya nasıl bu kadar iyi bilinebilir? Bu bizim
gibi günübirlik yaşayan ülkelerin anlayabileceği bir şey değil belki de!
Ufacık bir bölgeden bahsediyoruz.
Bir "dağ"dan! Amin Maalouf'un doğduğu köyün yer aldığı, çoğu
romanının baş karakteri bir dağ! Beyrut'tan bir kaç saat uzaklıkta olduğu
söylenen. Öyle ki gittiğinizde, aklınızda bin bir hikaye bahsi geçsin
istiyorsunuz bu dağın konuşmalarda... Bekliyorsunuz... Zihninizde bir yanda Feyruz'un
sesi diğer yanda artık büyülü gelmeye başlayan bir dağ! Sorduğunuzda
bilinmediğini fark etmek çok tuhaf geliyor. Amin Maalouf, Beyrut'ta daha
doğrusu Lübnan'da popüler bir yazar değil mi sormadan edemiyorsunuz kendi kendinize?
Gittiği için mi? Gitmese bu kadar iyi kim anlatabilirdi kalanları? Sonra Paris'te
durumu merak ediyorsunuz, "Frankafon yazarlar arasında O" cevabını
alıyorsunuz sadece!
Şaşkınlık!
Yani Sartre varken Ortadoğulu bir
yazarın yüzüne bakılmıyor mu demek bu?
Kendinizi Ortadoğu'lu gibi mi
hissediyorsunuz yoksa Avrupalı'mı, benzer hikayeler, benzer coğrafyalar gibi değil de benzer yazgılarda mı aklınız? Gitmek
kalmak, konum hikayeleriyle ilgili sorgulamalar bir yana ailesini çok iyi
tanıyıp anlatabilmesine de gıpta ediyorsunuz. Sanki o dağ hep arkasında,
Beyrut'ta bahsi geçmeyen, belki de pek önemli olmayan bir dağdan bahsediyorum.
Ne babaannenizi ne dedelerinizi ne gerçek anneannenizi tanımamış biri olarak
çok kıymetli bu bağı okumak, hem de her kitabında... Gene de aklınızda o soru!
Açıklamalar getiriyorsunuz kendinizce, Türkiye'de herkes Yaşar Kemal'in
yazdıklarını, Anavarza'yı biliyor mu mesela? Ama toplamı İstanbul kadar olan
bir ülkeden, bölgeden bahsediyoruz? Aynı şey Feyruz için de geçerli?
Geçmiş, gelecek, kurşun
delikleriyle dolu binalarla yanyana gökdelenler şehri Beyrut, sorular
bırakan...
Yolların Başlangıcı'yla dedelerinden
hatta doğduğu dağın binlerce yıllık geçmişine doğru giden hikayesini
okuyorsunuz bir dolu soruyla. Tanios Kayası'yla Dağ'daki bir hikaye
anlatılıyor. Derebeyi yani şeyh, emir, patrik
çevresinde yaşananları okumak biraz da İnce Memed'i hatırlatıyor. Toprak
ağalarının varolduğu feodal düzeni okurken, kendi toprakları olan insanların
bugün tarıma nasıl yabancılaştıkları düşünmek içinizi sızlatıyor, değişen ne
var sahi?
O dönem bölgeye dair
yapılandırılan ince stratejileri de anlatıyor kitap. Sonunun Ürdün Kralının
Arap Devleti vaadiyle nasıl kandırıldığına kadar uzandığını düşünüp buruk bir
gülümsemeyle devam ediyorsunuz okumaya. Sonrasında diktatörlerin birer birer
çökerek devletçikleri geçtim mayın tarlasına çevrilen bir bölgenin o zamanki
durumu...Ortadoğu'nun hala Osmanlı'ya bağlı olduğu, Hıristiyanların hüküm
sürdüğü bir dağda geçenleri anlatıyor Amin Maalouf, doğduğu köyün bulunduğu bir
dağda geçenleri... İngiltere'den Fransa'ya, Mısır'a uzanan hikayeleriyle... Amin
Maalouf romanlarının ailesini anlatırken geçmişe dair verdiği ipuçlarını önemli
buluyorsunuz. Aklınız hala Osmanlı'yı kötüleyip Fransa'yı övmesinde olsa da...
"Mehmet Ali Paşa'lı yılların
Mısır'ı. Güzelliğini çarmıh gibi taşıyan bir kadın: Lamia. Lamina'nın gölgesine
sığındığı bir şeyh: Francis. Yasak aşkın meyvesi bir oğul Tanios. Başka bir
kadın:Esma.
Bir serüven ve sadakat romanı...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder