1 Ocak 2018 Pazartesi

Benim Adım Kırmızı - Orhan Pamuk



Kırmızı Saçlı Kadın’dan sonra okuduğum için belki ya da çocukların adı Şevket ve Orhan olduğundan baba imgesine ister istemez çekiliverdim. Babayı savaşta ölen bir kahraman olarak gösterirken yani onurlu bir şekilde ayrılmış olduğunu anlatırken hesaplaşmanın izleri ufak tefek ortaya çıkmış belli ki. Yıllar sonra yazacağı Kırmızı Saçlı Kadın’da onca yılın süzgecinden geçmiş hesaplaşmaysa ne kadar kolay okunan oysa ne kadar ağır bir süreci anlatıyor diye düşünmeden geçemiyorum.

İran’da Firdevsi’nin Şahnamesi’nin nasıl değer gördüğünü, hemen her müzede minyatürlerin Şahname’den olayları tasvir ettiğini şaşkınlık ve hayranlıkla izlemiştim. Bu esere verilen değerin farklı bir yönünüyse yeni yeni kavrıyorum sanırım. Kapalı bir toplumun geçmişe sadık olurken yeniliğe kapalı kalması bir yana dini etkiler bir yana… Ama bunların yeni dönem İran sanatına yansıması; engellenmediğinde sanatın, doğurduğu sanatın doğallığı, özgünlüğü etkileyici geliyor. Düşüncelerim bölük pörçük… Mana ve surete kayıyor aklım şimdi de…

Sahi iyi roman nedir? Mana mı önemlidir sizin için suret mi? Afili dil mi tercih edersiniz, anlamıyla başınızı döndüren mi? Kitapların elle yazıldığı, her harfin değerinin olduğu bir döneme doğru yolculuğumuz… Nakşın büyülediği dönemlere, hattatlarla nakkaşların değerlerinin tartışıldığı masal zamanlarına doğru… Masal zamanları mıdır gerçekten o dönemler? Geçmişin gerçekliğiyle ilgili algımızın, her şeyin muhteşem olabileceği masal yönüne kayması ruhsal bir ihtiyaç aynı zamanda... Hatta burada, okuyucu kendini iyice olayların içinde hissetsin diye her karakterin ağzından anlatılmış olaylar…

Son dönemde, sade diliyle düşündürebilen romanları severken, kurguda da “şaşırmak” istiyorum nedense. Orhan Pamuk, bu romanda en baştan katili anlatıyor bir güzel ama ısrarla ve merak ederek devam ediyorsunuz… Olay altı üstü dokuz günde geçiyor olabilir ama bir sürü kişi var, sonlarını öğrenmek istediğiniz. Yani hiç sıkılmadan, hiç bırakmadan devam ettim okumaya… Ve bugün bizim için nasıl da normal olan perspektifin o dönem Frenk usülü ve günah olarak kabul edilmesine, Allah’ın gördüğü yerle insanın hatta kedi, köpeğin  gördüğü yere göre çizilmesinin tartışılmasına inanamazlıkla okudum. Frenklerin durmadan portrelerini yaptırmalarının bugünkü özçekim çılgınlığıyla olan benzerliğine de güldüm doğrusu. İnsan bu binyıllar da geçse değişmiyor işte…

“Sanki bir salgına kapılmış gibi, hepsi kendi portrelerini yaptırıyorlardı,” dedi. “ Bütün Venedik. Parası ve gücü olanlar, hem kendi hayatlarına bir tanık, bir hatıra olsun diye portrelerini yaptırıyorlardı, hem servetlerinin, güçlerinin, iktidarlarının işaretleri olarak. Hep orada, karşımızda durmak, var olduklarını birbirlerine duyurmak, herkesten ayrı ve değişik olduklarını ima etmek için.” Sh 135-136

Murathan Mungan’ın Şair’in Romanı’nda şiire dair bir coğrafyada nasıl da keyifle dolaşmışsam Orhan Pamuk’un Benim Kırmızı’sında öyle keyifle dolaştım. Bir farkla geçmişin gerçekliklerine tanık olarak. İçim titreyerek şiirin, edebiyatın el üstünde tutulduğu, geçmişle yeniliğin ayrı ayrı değer görebildiği bir toplum hayali kurmadan edebilir miyim bir yeni yılın ilk günlerinde? Ya siz ne dersiniz?


Arka Kapak

“Bu kitap modern bir klasik.”  Los Angeles Times

Benim Adım Kırmızı, hem Orhan Pamuk’un en çok dilde çevrilen ve en çok hayranlık duyulan eseri hem de modern edebiyat tarihimizin en çok okunan kitabı.

Orhan Pamuk’un “en renkli ve en iyimser romanım” dediği Benim Adım Kırmızı, 1591 yılında İstanbul’da karlı dokuz kış gününde geçiyor. İki küçük oğlu birbirleriyle sürekli çatışan güzel Şeküre, dört yıldır savaştan dönmeyen kocasının yerine kendine yeni bir koca, sevgili aramaya başlayınca, o sırada babasının tek tek eve çağırdığı saray nakkaşlarını saklandığı yerden seyreder. Eve gelen usta nakkaşlar, babasının denetimi altında Osmanlı Padişahı’nın gizlice yaptırdığı bir kitap için Frenk etkisi taşıyan tehlikeli resimler yapmaktadırlar. Aralarından biri öldürülünce, Şeküre’ye aşık, teyzesinin oğlu Kara devreye girer. İstanbul’da bir vaizin etrafında toplanmış, tekkelere karşı bir çevrenin baskıları, pahalılık ve korku hüküm sürerken, geceleri bir kahvede toplanan nakkaşlar ve hattatlar sivri dilli bir meddahın anlattığı hikayelerle eğlenirler. Herkesin sesiyle konuştuğu, ölülerin, eşyaların dillendiği, ölüm, sanat, aşk, evlilik ve mutluluk üzerine bu kitap, aynı zamanda eski resim sanatının unutulmuş güzelliklerine bir ağıt.


“Türk romancısı Orhan Pamuk, Avrupa’ya roman nasıl yazılır, gösteriyor.” Franfurter Allgemeine

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...