Kırmızı
Saçlı Kadın’dan sonra okuduğum için belki ya da çocukların adı Şevket ve Orhan
olduğundan baba imgesine ister istemez çekiliverdim. Babayı savaşta ölen bir
kahraman olarak gösterirken yani onurlu bir şekilde ayrılmış olduğunu
anlatırken hesaplaşmanın izleri ufak tefek ortaya çıkmış belli ki. Yıllar sonra
yazacağı Kırmızı Saçlı Kadın’da onca yılın süzgecinden geçmiş hesaplaşmaysa ne
kadar kolay okunan oysa ne kadar ağır bir süreci anlatıyor diye düşünmeden
geçemiyorum.
İran’da
Firdevsi’nin Şahnamesi’nin nasıl değer gördüğünü, hemen her müzede
minyatürlerin Şahname’den olayları tasvir ettiğini şaşkınlık ve hayranlıkla
izlemiştim. Bu esere verilen değerin farklı bir yönünüyse yeni yeni kavrıyorum
sanırım. Kapalı bir toplumun geçmişe sadık olurken yeniliğe kapalı kalması bir
yana dini etkiler bir yana… Ama bunların yeni dönem İran sanatına yansıması;
engellenmediğinde sanatın, doğurduğu sanatın doğallığı, özgünlüğü etkileyici
geliyor. Düşüncelerim bölük pörçük… Mana ve surete kayıyor aklım şimdi de…
Sahi
iyi roman nedir? Mana mı önemlidir sizin için suret mi? Afili dil mi tercih
edersiniz, anlamıyla başınızı döndüren mi? Kitapların elle yazıldığı, her
harfin değerinin olduğu bir döneme doğru yolculuğumuz… Nakşın büyülediği
dönemlere, hattatlarla nakkaşların değerlerinin tartışıldığı masal zamanlarına
doğru… Masal zamanları mıdır gerçekten o dönemler? Geçmişin gerçekliğiyle
ilgili algımızın, her şeyin muhteşem olabileceği masal yönüne kayması ruhsal
bir ihtiyaç aynı zamanda... Hatta burada, okuyucu kendini iyice olayların
içinde hissetsin diye her karakterin ağzından anlatılmış olaylar…
Son
dönemde, sade diliyle düşündürebilen romanları severken, kurguda da “şaşırmak”
istiyorum nedense. Orhan Pamuk, bu romanda en baştan katili anlatıyor bir güzel
ama ısrarla ve merak ederek devam ediyorsunuz… Olay altı üstü dokuz günde
geçiyor olabilir ama bir sürü kişi var, sonlarını öğrenmek istediğiniz. Yani hiç
sıkılmadan, hiç bırakmadan devam ettim okumaya… Ve bugün bizim için nasıl da
normal olan perspektifin o dönem Frenk usülü ve günah olarak kabul edilmesine, Allah’ın
gördüğü yerle insanın hatta kedi, köpeğin
gördüğü yere göre çizilmesinin tartışılmasına inanamazlıkla okudum. Frenklerin
durmadan portrelerini yaptırmalarının bugünkü özçekim çılgınlığıyla olan
benzerliğine de güldüm doğrusu. İnsan bu binyıllar da geçse değişmiyor işte…
“Sanki
bir salgına kapılmış gibi, hepsi kendi portrelerini yaptırıyorlardı,” dedi. “
Bütün Venedik. Parası ve gücü olanlar, hem kendi hayatlarına bir tanık, bir
hatıra olsun diye portrelerini yaptırıyorlardı, hem servetlerinin, güçlerinin,
iktidarlarının işaretleri olarak. Hep orada, karşımızda durmak, var olduklarını
birbirlerine duyurmak, herkesten ayrı ve değişik olduklarını ima etmek için.”
Sh 135-136
Murathan
Mungan’ın Şair’in Romanı’nda şiire dair bir coğrafyada nasıl da keyifle
dolaşmışsam Orhan Pamuk’un Benim Kırmızı’sında öyle keyifle dolaştım. Bir
farkla geçmişin gerçekliklerine tanık olarak. İçim titreyerek şiirin,
edebiyatın el üstünde tutulduğu, geçmişle yeniliğin ayrı ayrı değer görebildiği
bir toplum hayali kurmadan edebilir miyim bir yeni yılın ilk günlerinde? Ya siz
ne dersiniz?
Arka
Kapak
“Bu kitap modern bir
klasik.” Los Angeles Times
Benim Adım Kırmızı, hem
Orhan Pamuk’un en çok dilde çevrilen ve en çok hayranlık duyulan eseri hem de
modern edebiyat tarihimizin en çok okunan kitabı.
Orhan
Pamuk’un “en renkli ve en iyimser romanım” dediği Benim Adım Kırmızı, 1591
yılında İstanbul’da karlı dokuz kış gününde geçiyor. İki küçük oğlu birbirleriyle
sürekli çatışan güzel Şeküre, dört yıldır savaştan dönmeyen kocasının yerine
kendine yeni bir koca, sevgili aramaya başlayınca, o sırada babasının tek tek
eve çağırdığı saray nakkaşlarını saklandığı yerden seyreder. Eve gelen usta
nakkaşlar, babasının denetimi altında Osmanlı Padişahı’nın gizlice yaptırdığı
bir kitap için Frenk etkisi taşıyan tehlikeli resimler yapmaktadırlar.
Aralarından biri öldürülünce, Şeküre’ye aşık, teyzesinin oğlu Kara devreye
girer. İstanbul’da bir vaizin etrafında toplanmış, tekkelere karşı bir çevrenin
baskıları, pahalılık ve korku hüküm sürerken, geceleri bir kahvede toplanan
nakkaşlar ve hattatlar sivri dilli bir meddahın anlattığı hikayelerle
eğlenirler. Herkesin sesiyle konuştuğu, ölülerin, eşyaların dillendiği, ölüm,
sanat, aşk, evlilik ve mutluluk üzerine bu kitap, aynı zamanda eski resim
sanatının unutulmuş güzelliklerine bir ağıt.
“Türk romancısı Orhan Pamuk,
Avrupa’ya roman nasıl yazılır, gösteriyor.” Franfurter Allgemeine
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder