Son dönemde, Nietzche’nin dinle
ilişkisine dair o kadar çok üstelik birbirinden farklı o kadar çok yorum okudum
ki. Hatta henüz yazamadığım Eliade’nin Kutsal ve Kutsal Dışı’nda ateistlere,
Marx’a dair yorumlar dilimi yutmama neden olabilecek düzeydeydi. Bildiklerimi
tepetaklak yuvarlarken ateistlerin de, din benzeri aitlikleri, ritüelleri
şaşırtıcı geliyor bana. Sanırım bu biraz demlendikten sonra yazabileceğim bir
konu olacak. Öte yandan örneğin günah çıkarma insanın konuşma ihtiyacını
giderebileceği bir terapi değil mi sizce de. Ya da toplu ibadet etme, bir
topluma aitlik hissi gurup terapileri gibi geliyordu son zamanlarda… Dinler
tarihinde bebek adımlarıyla da olsa ilerlerken yıllar sonra tekrar okuyacağım
bu konuşmada nelerin dikkatimi çekeceğini gerçekten merak ediyordum.
Yalom, kendine verilen bu ödüle “emin
misiniz, ben ateistim” diye şüpheyle yaklaşırken verilen “dini meselelere
kendinizi adadığına inanıyoruz” cevabıyla rahatlıyor. Bu gerçekten de insanı
heyecanlandıran bir konu, doğamızdaki umutsuzluğa çare bulmak için çalışan iki
bilim dalı içine girdikçe dallanıp budaklanırken farkındalığımızı da arttırıyor.
Benim dinler tarihi okumamdaki en büyük neden toplumdaki çatlak ve kendini üst
sınıf gördüğü halde bilgisiz olan seslerin çokluğuydu. Oysa hepimizin doğasından
gelen ölüm, soyutlanma, özgürlük ve anlam arayışı gibi konular sorun olarak karşımıza
çıkabilir. Özellikle de bireyselliğin pompalandığı kapitalizmle gittikçe artan
yalnızlık ve anlam arayışı gibi sorunlar bireyi çöküşe sürüklerken bir topluma
ait olma hissi gittikçe artıyor.
Schopenhauer’ın, dini karanlıkta
parlayan bir ateş gibi görüp, bilimsel bilginin ışığıyla cehaletin dağılacağına
dair yorumu, yazara her ne kadar doğru gelse de günümüzde Amerika’da bile
inanışlara ihtiyaç gün geçtikçe artıyor. Hiçbir şeyden mutlu olmayan çocuklar,
erken gelen başarılardan sonra anlam arayışı, ölüm korkusu… Yalom, erken
yaşlarından itibaren psikiyatri eğitimi dışında felsefe ve edebiyata olan
merakıyla yol almış. Hal böyleyken örneğin ölüme yakın olan kanser hastaları ve
guruplarıyla çalışmayı tercih etmiş. Böyle bir deneyimden sonra hayatlarını
değiştiren insanların sağlıklıyken bunu yapamadıkları böyle bir itici gücün
kaynağı sanırım hepimizin sorusu… Kendini ateist olarak nitelese de gerçekten
insana dair yaptığı çalışmalar yani terapi ve din arasında benzeşme gerçekten
de kendini dini irdelemeye adadığı gibi bir sonucu çıkarıyor. Sanırım Varoluşçu
Terapi gibi kitaplarını baştan okuyacağım.
Irvin Yalom’un hayat hikayesi çok
genç yaşta evlendiği eşiyle birlikteliği, mesleğinde ilerlemesi ilginç gelmişti
bana. Felsefeye olan merakını mesleğiyle harmanlaması, klasik yöntemlerin
dışına çıkması, sürekli ilerleyen yapısı yazdığı her şeyi okuma isteğini de getiriyor.
Umarım sağlıkla ve uzun süre çalışmaya devam eder…
Arka Kapak
“Ölüme, yanıp kül olmuş bir
kaleden başka bir şey bırakmayın.” Nikos Kazancakis
“… varoluşsal psikoterapi ile
dini teselli arasında da bazı kıyaslamalar yapacağım. Bu iki yaklaşımın
karmaşık, gerilimli bir ilişkiis olduğuna inanıyorum. Bir bakıma aynı atalara
ve endişelere sahip kuzenler sayılırlar: insanlığın doğasında bulunan
umutsuzluğa çare bulmak gibi bir görevi paylaşıyorlar… Ama yine de temel
inançlar ve psikoterapinin belli başlı pratik yaklaşımları ile dini tesellinin
taban tabana zıt olduğu da bir gerçek.”
İnsan neden ilahi bir varlığa
inanma ihtiyacı hisseder? Ölüm neden korkutucudur ve insan dini teselliye iter?
Din ve psikiyatri insan ruhuna nasıl dokunur?
2000 yılında Amerikan Psikiyatri
Birliği’nin Oskar Pfister Ödülü’ne layık gördüğü Irvin Yalom’un ödül alırken
yaptığı konuşmayı içeren bu kitap, hemen her insanın zihnini kurcalayan
sorulara yanıtlar sunuyor.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder