Dünya ölçeğinde mini minnacık bir
bölgeden bahsediyoruz, Ortadoğu’dan. Dinler tarihine ilgi duyarken bu bölgeye
mıknatısla çekileceğimi, girdabında kaybolacağımı hiç düşünmemiştim. Çıkabilecek
miyim onu da bilmiyorum desem… Arapların Gözünden Haçlı Seferlerini okurken
yaklaşan tehlike karşısında düşmanlarıyla anlaşan, birbirlerini neredeyse
arkasından vuran Arap topluluklarına çok şaşırmıştım. Sonrasında o zamanlar
haberleşmenin böylesine yaygın olmadığı bir dünyanın varlığını anlamaya
çalıştım. Yani yaptıkları bir nevi Moğollar karşısında, iş birliği yapan Bizans
ve Selçuklu durumundan ibaretti belki de. Dünya Savaşlarından önce, bölgede
dört yüz yıl hüküm süren Osmanlı gelecekti. Dünya Savaşı’nda bağımsızlık vaat
edilmişti, ayaklanmalar için. Fransızlar, Beyrut’a gelirken sevinen halk
sömürge bayrağıyla, yaşadıklarının farkına varacaktı. Sonrasında bölge sürekli
kaynamaya başladı. Durulacak mı, kaynayan kazan içine çevreyi de alıp büyüyecek
mi zaman gösterecek! Sahi size de kuzey Ortadoğu daha kuzeye doğru yollanıyor
gibi geliyor mu?
İpek ve Baharat Yolu üzerindeki
bu bölge her ırktan insana ev sahipliği yapan, topraklarının verimliliğiyle,
geçmiş uygarlıklarıyla, dinler tarihindeki vazgeçilmez rolüyle dünya tarihine
yön veren coğrafyalardan biri olmuş tarih boyunca. Osmanlı döneminde bir olan
Suriye, Filistin, Lübnan savaş sonrası bölünmüş. Ya da yazarın kızının
söylediği gibi; “Lübnan büyük ölçüde Fransızlar tarafından yaratılmış, uydurulmuş
bir ülkeydi.” Sh27. İkinci Dünya Savaşı’yla Ortadoğu’da olanlar, dökülen kan,
hala kesilmeyen iç savaşlar, değişen sınırlar… Sonun nereye doğru gittiğini
bölgeye gittiğinizde görebiliyorsunuz. Kötümser olduğunuzu, her şeyin yoluna
gireceğini dilemekten başka ne gelir elinizden, tüm dünya bölgede olanlara
kulaklarını tıkayıp, gözlerini kapatmışken!
O dönem aydın kesim Birleşmiş
Milletlere güvenmek istemiş, güvenmiş. Sonraki nesiller en büyük hatalarının bu
olduğunu söylüyor. Sesini dünyaya duyuramayan bir Ortadoğu ve yaşadıklarını
bangır bangır ortaya döküp haklı olduğunu, vaadedilmiş toprakların sahibi
olduğunu söyleyen başka bir halk. Bölgede birlikte yaşanamaz mıydı peki? Bu
kadar kan dökülmesi gerekli miydi? Bunlar başka sorular, cevaplarını artık
öğrenemeyeceğimiz… Wadad Makdisi Cortas, hayat hikayesiyle bölge tarihini
anlatıyor. Beyrut’ta Arap Hıristiyan bir aydının bir gözünden olanları
okuyorsunuz. Aydın bir Arap kadın. Yöneticisi olduğu okulda sonuna kadar
ülkesine hizmet edebilecek gençleri, din, dil, ırk gözetmeksizin yetiştiren,
bunun için sonsuz özveride bulunan mütevazi bir kadın. Bu konuda objektif
olmaya çalışıyorsanız, okumanızı tavsiye edeceğim bir kitap.
Arka Kapak
“”Bu benim hikayem, bir Arap
kadının hikayesi. Kayıp bir dünyanın hikayesi.” Böyle başlıyor Cortas’ın
anlatısı ve bizi yirminci yüzyılın en çalkantılı zamanlarında dünyanın en
çalkantılı bölgelerinden birinde yaşamış idealist ve barışsever bir
eğitimcinin, eşitlik ve özgürlük için mücadele eden, kadın haklarını sonuna dek
savunan, dil-din-ırk ayrımı yapmadan tüm insanlığı kucaklayan bir hümanistin
yaşamöyküsüyle baş başa bırakıyor.
Samimi bir tevazu ve sadelikle
kaleme alınmış bu hatırat sadece Cortas’ın kendi yaşamını değil Arap dünyasının
yakın tarihini de kapsıyor elbette: Birinci Dünya Savaşı’nın ardından nihayet
Osmanlı egemenliğinden kurtulup bağımsızlıklarına kavuşmayı uman Arap
ülkelerinin Batının sömürgeci zihniyeti ve eylemleri karşısında uğradığı hayal kırıklığı,
İkinci Dünya Savaşı’nın Ortadoğu üzerindeki etkileri, İsrail’in bir devlet
olarak ortaya çıkması sırasında ve sonrasında dökülen kan, evlerinden edilen
Filistinlilerin çektiği acılar ve buna duyarsız kalan dünya kamuoyu, aynı
topraklardan yaşayan insanların süreğen çatışmasının gerektirdiği maddi ve
manevi yıkım…
Cortas’ın hikayesinden görüyoruz
ki bütün bu acıların ortasından insanlığa ve geleceğe olan umudunu yitirmeyen,
halkların barış içinde bir arada yaşayabileceğine inanan, bu amaç uğruna canla
başla mücadele eden insanlar da vardı. Ve yine bu hikayeden görüyoruz ki
hepimizin sevdiği bu dünya ancak böyle insanlar sayesinde daha sevilesi, daha
yaşanılası bir hale gelebilir.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder