Gecenin bir yarısı, elimde üç
kitap gözlerim dolmuş oturuyorum. İç sesim, sessizliği bastırıyor, Kapadokya’dan
İtalya’ya giderken, yüzyılları bir
çırpıda aşıveriyor. Kimler geldi, kimler
geçti bastığım topraklardan derken işte gene gözlerim dolu... Zaman karşımda
dikilmiş gülüyor, anlamak istiyorum… Sonunda kavuşacaksın, her birini tanıyacaksın
diyerek avutuyor belki de… Sonu ve başı birbirine giriyor zihnimde iyice,
kayboluyorum. Varlıkla yokluk arasında gidip gelirken zihnim patlayacak…
Moğolların savurduğu Anadolu’nun 13.
yüzyıldaki halini anlatan iki romanla sarsıldıktan sonra Osmanlı İmparatorluğu
zamanında ilerliyorum. Her romanda geçmişe dair sürprizler bekliyor, incelikle
işlenmiş. Şaşırtırken düşündürten, dedim ya zihnim patlayacak gibi… O dönemde
çekilen acılar, yokluk, sürüklenen insanlar derken, inanç çeşitliliğini
anlamaya çalışıyorum. Dinler tarihine bir kere dalınca aynı dinin farklı
mezheplerini de öğrenmek, anlamak istiyor insan. Mesela bir Şah Kulu isyanı
karşınıza çıkıyor. Nedenleri ve sonuçlarına takılıp kalmamak içten bile değil
diyorsunuz. Aklıma farklı toplumlar dinleri aynı olsa da birlikte yaşayamıyor
cümleleri geliyor. Her şey strateji, politika mı?
İsfahan’da Çehel Sütun adı
verilen, girişinde kırk ahşap sütunla karşılayan saraya girdiğinizde geçmişe
dair çok güzel tablolarla karşılaşıyorsunuz. Yavuz Selim ve Şah İsmail
çarpışmasını gösteren bir tablo anlatılırken bugüne kadar bildiğimiz Sultan ve
Şah yer değiştirmiş gibi yoksa siz mi yanlış duydunuz, birbirinize bakıyorsunuz!
Sahi tarih nedir? Politika nedir? Savaş nedir? Ne çok soru var, yanıtlarını
bildiğiniz halde günlük hayatta kaybolmaya devam ettiğiniz? En iyisi yüzyıllar
öncesinde bir İtalyan tüccarın yaşadıklarına tanıklık edelim biz, kimbilir ne
sürprizler bekliyor olacak, birbirinden ilgisiz gibi gözüken olaylar birdenbire
bağlanacak, savaşılacak, aşık olunacak, kardeş olunacak, dostlukla
vedalaşılacak ya da ölümle… Bir koşturmaca başladığımız yere dönebilmek için
değil mi hepsi?
““her yolculuğun sonudur.
Başlangıç ve son aynıdır, O’ndan gelir O’na gideriz.”......
Bunlar, olaylar ve dinler
arasında herhangi bir ilişki kurmayı denememiş, metafiziğe uzak gençler için
pek anlamsız olduğundan, Hristo başka şeylere dalmıştı. Mazzone bunu anladı ve
onun kolunu tuttu: “Bir şey daha: Bu olayın üstünden yirmi beş yıl geçti; oğlum
çıkageldi. Bana kendini kim olarak tanıttı? Giovanni! İsimler yazgımızla ilgili
bir şeydir oğlum; o yüzden azizlerin, din büyüklerimizin adını alırız.” Sh34
“”Kendimi bildim bileli düşünürüm
hatta: Uyuyunca, bedenim zamanın dışına mı çıkar?
Alessandro- Tanrı’dır her şeyi
bilen.
Mazzone- Çıkıyoruz sanki. Zamanın
dışına çıkıyoruz. Uyanınca vakti şaşırmamız başka türlü nasıl açıklanır? Peki,
düşte aklım mekansız kalır mı? Buna da şüphe yok, uyurken hep bilmediğim
yerlerde dolaşırım. Bu yüzden mi, düşünde yazdığım hiçbir yazıyı okuyamıyorum?
Bu yüzden mi düşümde sezdiğim bilgi, daha uyanır uyanmaz aklımdan uçup gidiyor?”Sh55
“Zamanı bildirir ama bildiren
zamandır”
Zaman Yeli ve Güvercine Ağıt
kitaplarından sonra Kalenderiye Gürsel Korat’ın Kapadokya konulu romanlarının
üçüncüsü. 14. Ve 16. Yüzyıllarda geçen kitapta, İtalya’da Taranto limanında ve
Matera manastırlarında, Kayseri’de kale burçlarında dolaşırken üç adamı;
Mazzone’yi, Yusuf Pir’i ve Bahri Paşa’yı tanırız. Sonra Kapadokya yollarında
hanlarda konaklarız. Martana, Sare ve Perizad gibi etkileyici kadın
kahramanlarla tanışırız. Hele Perizad, belleklerden silinmeyecek iz bırakır. “…çünkü
aşkta başkalarının hayatını çalmaktan başka bir şey yoktur.”
2009’da Notre Dame de Sion
Edebiyat Ödülü’nü alan bu roman zamanı, ölümü, aşkı ve aidiyeti, insanın
zaaflarını, arayışlarını anlatırken hayat ve inanç üzerine katmer katmer açılan
bir sorgulamanın eşiğine bırakır bizi… Gerisi mi? Ya zamandır, ya yalan…
“İnsan bebekliğini, gençliğini ya
da geçmişteki tüm hallerini ölüyor.Ölümü böyle kavrıyoruz Hristo.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder