1 Haziran 2017 Perşembe

Ölümcül Kimlikler – Amin Maalouf


Amin Maalouf, Lübnan’dan Fransa’ya göç etmiş bir Arap, üstelik Hıristiyan. Kendisine sorulan nereli hissediyorsunuz sorusuna her seferinde, açıklama yaparak cevap verdiğini söylüyor kitabında. Çünkü iki ülkede de uzun süre yaşamış ve kişiliğinin biçimlenmesinde ikisinin etkisini yadsımıyor. Hatta tam tersini insanların kişiliklerini, aidiyetliklerinin oluşturduğunu, bir bütün olduğunu söylüyor.  
Aklıma İzlanda’nın ada olduğu için halkının DNAsının kimseyle karışmadığını iddia etmesi ya da İpek Yolundan Avrupa’ya Cengiz Han DNAsının araştırılması geliyor. DNAmız  bile bu kadar çeşitliyken, sürekli değişen dünya düzeninde aitliklerimiz, bağlı olunan ülkeler değişirken hepsini kucaklamaktan neden bahsedemiyoruz? Türkiye’den Almanya’ya göç eden insanlarımız Türkiye’de Almancı, Almanya’da Türk olarak kabul edilmiyorlar mı? Oysa her iki kimliklerini neden doyasıya kucaklamasınlar, farklılarını neden yaşamasınlar diyor yazarımız. Cezayir’den Almanya’ya göç edenler için durum farklı mı?

Kitapta Yugoslavya’yla ilgili çok güzel bir örnek var. Soğuk Savaş döneminde Saraybosna’daki bir adam, Yugoslavım derken, Bosna-Hersek Özerk Cumhuriyeti’nde yaşadığını ve Müslüman geleneği olan bir aileden geldiğini ekliyor. On iki yıl sonra, savaşın en şiddetli günlerinde Müslüman olduğunu, Boşnak olduğunu söyleyerek, Yugoslav olduğunun hatırlatılmasını istemezdi. Bugünse önce Boşnak sonra Müslüman olduğunu söyleyip Avrupa Birliği’ne girmeyi istediklerini söylüyor. Tüm bu öğeler kimliğinin birer parçası yani bir bütün olarak kimliğini oluşturuyor. Ancak insan hangi aidiyeti daha çok saldırıya uğruyorsa kendini onunla tanımlamaya meyilli ya da eğer bu aidiyeti savunacak gücü yoksa gizlemeyi tercih ediyor.

“Her yaralı toplumun içinde doğal olarak önderler belirir. Öfkeli ya da hesapçı bu kişiler, yaralara merhem olan “sonuna kadar gidelim” söylemleriyle ortaya çıkarlar. Bir hak olan saygıyı karşıdakilerden dilenmemek gerektiğini, ama bunu onlara dayatmak gerektiğini söylerler. Zafer ya da intikam sözü verir, zihinleri ateşler ve zaman zaman, incinmiş kardeşlerinden bazılarının için için  rüyalarına girmiş olabilecek aşırılıklardan da yararlanırlar. Artık dekor hazırdır, savaş başlayabilir. Ne olursa olsun, “ötekiler” bunu hak etmişlerdir, çok eski zamanlardan beri “bize çektirdikleri her şeyi” “bizler” bir bir hatırlamaktayızdır. Bütün cinayetleri, bütün haksızlıkları, bütün aşağılanmaları, bütün korkuları, isimleri, tarihleri, rakamları.” Sh 28

Dinler ve diller toplumların en belirleyici öğeleri. Dillerin bir olması birlikte yaşamı sağlarken dinler için aynı şey geçerli değil. Öte yandan dünya tek bir dile doğru mu gidiyor? Yakın zamanda bir Fransız ve İtalyan aralarında İngilizce mi anlaşacaklar? Ülkeler, kendi dillerine sahip çıkmak için çalışırken evrensel hale gelen dile de hakim olmalı mı? Peki kendi dilimize nasıl sahip çıkabiliriz?

Öte yandan dünyada İslam’ın geri kalmışlığı, terörü temsil etmesinin, Hıristiyanlığınsa demokrasinin savunucusu halinden gelmesinin nedeni sürekli sorduğumuz kritik sorulardan. Kitapta dinlerin halklara etkisinden çok halkların dinlere etkisini üzerinde durması çok etkileyici geldi benim için. Hıristiyanlığın Ortaçağ’daki işleyişinin bugünkü halinden çok farklı olduğu, toplum geliştikçe dinin de gelişebildiği hep bildiğim ama kelimelere dökmediklerimden.  İslam’ın ilk dönemlerinde hatta birkaç yüzyıl öncesine kadar hoş görü dini olduğu, devletlerin kendilerini güvende hissederken diğer dinlere ya da halklara yaşam hakkı tanıdığını bilsem de,  neden Hıristiyanlık değil de İslam geri kaldı diye sormadan edemiyorum kendime?Bu sorunun cevabının Batı’nın ileriye gidişine bağlıyor yazar ve milyonlarca spermden yalnızca birinin başararak doğduğunu hatırlatarak anlatmaya çalışıyor. Yani kesin bir neden yok!

Öte yandan söz konusu modernlik olduğunda bazı kavramlar gerçekten göreceli. Batının kendisine egemen olmak istediğini düşünen doğu için batı; Avrupa, Amerika. Ama bir Fransız için Batı ABD. ABDnin içindekiler içinse Anglo Saksonlar. Amerika’daki bir patlamayı Müslümanların yaptığı düşünülürken AngloSaksonların yapması nedenleri gerçekten düşündürücü. Kimliğini oluşturan öğeleri ilk öğrendiğimde çok şaşırdığım Amin Maalouf elimden bırakamadığım hatta başucu kitabım olabilecek Ölümsüz Kimlikler’de dünyanın belki de en büyük sorununa detaylarıyla değinmiş, çözümü ve dilekleriyle… Mutlaka okuyun derim.

“Baştaki söylemime geri dönmek ve her ülkeye dair daha önce söylediklerimi küresel düzlemde tekrarlamak için parantezi istemeye istemeye kapatıyorum: öyle olmalı ki, hiç kimse kendini doğmakta olan uygarlıktan dışlanmış hissetmesin, herkes orada kendi kimlik dilini ve öz kültürüne ait bazı simgeleri bulabilsin, gene orada herkes, ülküselleştirilen bir geçmişte sığınak aramak yerine, azıcık da olsa kendini, etrafını kuşatan dünyanın içinden yükseldiğini gördüğü şeyle özdeşleştirebilsin.

Bunun yanı sıra, herkes kimliği olarak kabul ettiği şeye, yeni yüzyıl, yeni binyıl boyunca gitgide daha fazla önem kazanmaya aday yeni bir bileşen katabilmeli: insanlık macerasına da dahil olma duygusunu.” Sh 132

Arka Kapak

“Bana içimin derinliklerinde ne olduğum sorulduğunda, bunda herkesin ‘içinin derinliğinde’ ağır basan tek bir aidiyetin, bir bakıma kişinin derin gerçekliğinin’ doğarken ebediyen belirlenen ve artık değişmeyecek olan “öz”ünün var olduğu inanışı yatıyor; sanki geri kalanın, bütün geri kalanın –özgür insan olarak katettiği yolun , benimsediği inanışların, tercihlerin, kendine özel duygusallığının, yakınlıklarının, sonuçta yaşamının- hiçbir önemi yokmuş gibi.”

Kimlik, insanın zamanın içindeki incelişinde onu dünyaya bağlayan bir ayna.

Amin Maalouf, Ölümcül Kimlikler’de çok yönlü ve saydam bir sorgulamanın eşliğinde, aynadaki görüntünün tutulabileceğine işaret ediyor.


Ölümcül Kimlikler, dünyanın yeni zamanlarında insanlığın küllerinden kuracağı düzenin temeline konan bilge bir taş. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...