Bulutların üzerinde uçuyorum, İstanbul
– Iğdır güzergahında… Anadolu’yu boydan boya geçmenin düşüncesi bile
heyecanlandırırken, uçaktayım işte. Ekrandan Erzincan üzerinde olduğumuzu
görüyorum en son. Dağları soruyorum, tahminim doğru Munzur Dağları...*
Bulutların arasından aşağıda
parlayan alanlar görüyorum. Fotoğraflarını çekmeye çalışıyorum, ne olduğunu
merak ediyorum. Oysa sürekli karşılaşacağım onlarla ve yukarıdan nasıl parladıklarını
çoktan unutmuş olacağım.
Gezimin asıl amacı yıllardır
görmek için öldüğüm Kars’a ve benim için çok anlamlı Sarkamış’a gitmek. Çok hoş
bir tesadüfle bu geziye Iğdır, Doğubeyazıt ve tabii ki Ağrı Dağı da ekleniyor.
Heyecan katlanıyor. Öyle ya okulda sadece Türkiye’nin en yüksek dağı olarak öğrenmişsek
de, bunca özlem, sevgi, efsane yüklenmiş, öfkesinden korkulan, tapınılan bir
dağla tanışmak her zaman olabileceklerden değil. Bunları düşüne durayım uçakta bulutların
arasında tek başına ulu, karlı bir dağ gözüme çarpıyor. Ağrı olmalı diyorum içimden,
öyle olmasını dileyerek…
Iğdır’a neredeyse inmek üzereyiz.
Memleketlerinden sevgiyle bahseden çiftten Tuzluca mağaralarını duyuyorum. Tuz
çıkartılıyormuş çok eski zamanlardan beri. Belki bir dahaki sefere kısmet olur
gitmek kimbilir...
Iğdır’da ilk göze çarpan Belediye
Binası’nın önünde heykelinin de olduğu Haydar Aliyev Parkı. Bu arada Iğdır
Belediyesi’nin Azericesi de yazıyor tabelada. Hava çok güzel parktaki kafeler
her yaştan insanlarla dolu. Nahçıvan,
Ermenistan ve İran’la komşu bir şehirde olmak değişik geliyor, sınırda olmak…
Komşu olmakla sınırda olmak farklı anlamlar içeriyor zihnimde. Tıpkı taş atsanız
Ermenistan’a ulaşacak Ani Harabeleri’nde hissedeceğim gibi.
Iğdır yüksek dağlarla çevrili
ve daha alçak ve bu özelliğiyle oluşan yumuşak, korunaklı
ikliminde tarım çok önemli bir gelir kaynağı olmuş. Bu arada hiç yapmadığım bir
şeyi yapıp yoldaki bir benzin istasyonunu anlatmak istiyorum. Dışarıda kahve,
çay ikram ediliyor. Oturacak yerler var, salıncaklı, rahat. “Kalem satıyor
musunuz?” diyorum, kasadaki adam elindekini veriyor bir anda. Anadolu’da o
kadar çok tuvalet denemişim ki, yüzümü ekşiterek kullansam mı diye düşünürken
övgü sözleri duyuyorum şaşırarak. Ve tuvalete yöneliyorum. Kapıyı elinizi
göstererek açıyorsunuz. Kadın erkek ayırımında da öyle ve içerisi çok temiz. Komik
gelecek belki ama rüya gibi. Neredeyse İstanbul’da böyle tuvalet görmedim desem
doğru olur. (Opet’ti sanırım.)
Çayı da içtim artık yola çıkma
zamanı istikamet İran sınırındaki Doğubeyazıt, tabii ki İshak Paşa Sarayı.
Doğubeyazıt birçok insan için Avrupa’ya geçiş simgesi olmuş zaman içinde.
Mesela İran sınırında olduğu için sınırı geçen kadınlar burada normal kıyafet
giyiyorlar ya da tam tersi örtünüyorlarmış karşı tarafa geçmek için. Sınır
ticaretinin önemli gelir kaynağı olduğunu öğreniyorum.
Yol boyunca hayatımda hiç
görmediğim kadar at, inek, koyun sürüsü, göreceğim. Yani hayvancılık önemli gelir kaynağı.
Doğu Anadolu’da bu böyle. Haliyle burada yenen etler daha bir güzel, Van’da
Elazığ’da Malatya’da, Bitlis’te, Kars’ta yediklerim böyleydi en azından dersem
yerinde olur.
Yolda gördüğümüz siyah taşlar
lavlardan kalanlar... Bu yöredeki Ağrı,Tendürek, Süphan, Nemrut hep yanardağ...
Yani öfkesinden korkulan, tapınılan dağlar... Hele Ağrı ...
Ve işte dağlar arasında kartal
yuvasını andıran İshak Paşa Sarayı’nı görünce mutlulukla gülümsüyorum. Ağrı
Dağı Efsanesi’ndeki Mahmut Paşa’nın hüküm sürdüğü saray.
Gülbahar’ın dua ettiği Ahmedi
Hani türbesi daha tepede.En yukarıda Urartulardan kalmış olduğu varsayılan
kale. Demirci Hüso saraya daha yakın olmalı diye düşünüyorum şimdi. Bu arada
Mahmut Paşa 1799- 1806 yılları arasında hüküm sürebilmiş. Veba salgınında ölmüş.
Yaptıklarından halkın büyük kalabalıklarla saraya neden yürüdüğünü anlayabildim
sanırım.
Saray kapısından girmeden
Iğdır’da, Doğubeyazıt’ta yaşayan Urartulara gidiyor aklım. M.Ö.900-600 arası
Doğu Anadolu’da yaşamışlar. Buralarda Anadolu’nun ilk sakinlerinden Hurri
izlerine de rastlanıyor. Aklım gene Hititlerin zaten Anadolu’da olduğu ya da Anadolu’ya Kafkasya’dan indiklerine dair iki
farklı görüşe gidiyor. Peki konuyu dağıtmamak en güzeli. Urartulardan sonra
Persler’den, Bizans’a Roma’ya, Moğollara, Ruslara kadar çok işgale uğramış bu
bölge. Yavuz ve Kanuni Çaldıran ve Tebriz Seferleri’nde geçmişler. İpek Yolu
güzergahında olduğu için çok önemliymiş zamanında. Ancak bu yol önemini
kaybettikten sonra Osmanlı yüzünü batıya dönmüş. Ta ki Balkanlar elden çıkana
kadar. Sonrasında tekrar doğal coğrafyasında iktidarını kuvvetlendirmek istemiş
Osmanlı. Yavuz’dan beri bölgede uygulanan politika, günümüze kadar olanlar
zihnimde daha bir oturuyor, anlamlanıyor sanırım.
Artık Osmanlı Sultanlarının bile
kıskandığı saraya girmeli. Nispeten yakın dönem olmasına rağmen korunmamış
şahaserlerden. Genel hatlarıyla dursa da duvarlar, nöbetçi yerleri, üst kat
harem odaları yıkılmış.
Selçuklu etkisinde olan dıştaki
taç kapı tüm görkemiyle konuklarını ağırlıyor.Böyle kapıları gördükçe aklımın
bir köşesinde hep Divriği Ulu Camii oluyor. Hiç biri eline su dökemez diyorum.
Ama bütün olarak bakıldığında muhteşem bir eser İshak Paşa. İçinde ve yakınında
geçen bir destanı da okuyunca daha bir anlamlanıyor. Çünkü bazen sadece taşlara
baktığımda tam olarak nasıl yaşadıklarını hayal etmekte zorlanıyorum.
Girişten sonra solda çeşme var.
Gelenlere soğuk ikram yapılırmış orada. Sol tarafta zindanlar, yıkılsa da
muhafız yerleri var. Tekrar görkemli bir taç kapı ve ilk avludan ikinci avluya
caminin, selamlığın, türbenin olduğu muhteşem avluya girmek göz kamaştırıcı.
Her kapıdan sonra biraz daha yükseliyor yapının yüksekliği, en yüksek kısım
harem.
Usta’nın Ağrı Dağı Efsanesi’nde
adı geçen Mahmut Han nam-ı diğer Mahmut Paşa’nın bu türbede yattığı söyleniyor.
Tabii ki Saray yapımına başlayan Çıldır Valisi Çolak Abdi Paşa ve 99 yıl sonra
tamamlayan II. İshak Paşa’yla birlikte. Türbe kılasik Selçuklu kümbetleri gibi
iki katlı. İlk kat ziyaret için alt katta ise mezarlar var. Türbe üzerindeki
hayat ağacı motifinin topraktan değil vazodan çıkıyor olması buranın bir ticari
yer olduğunun göstergesiymiş bu arada. Bunca motife böylesine anlam
yüklendiğini görmek hep heyecanlandırıyor beni. Aklımın bir kısmı gene Divriği
Ulu Cami’de. Çok değil birkaç güne kadar gene kavuşacağız.
Türbenin arka kısmında birazdan
içine gireceğim cami var. Dış kısmındaki mihrap çıkıntısı değişik geliyor.
Türbenin sol tarafındaki girişten solda selamlığa sağda camiye geçiliyor arka
kısımda odalar. Oda yapıları genelde aynı. İki
pencere arada şömine. Camiyse iki kısımdan oluşmuş. Alandan tasarruf için
duvardan bir pencereyle yapılan minber fikri çok hoşuma gidiyor.
Bu kısımda aradaki cumbadan
Ahmedi Hani Türbesi, Urartulardan kaldığı söylenen Beyazıd Kalesi’ne bakıyor
bir yanda diğer yandaysa sarp dağlar uzanıyor. Cumba çıkıntısındaki ahşap
figürlerin en altında insan, bir üstte aslan, en üstteyse kartal figürü var.
İçimden daha uzun zaman koruyabiliriz umarım burasını diye geçirmeden
edemiyorum. Çünkü tahtanın yıpranması daha kolay.
Ve işte hareme geçen muhteşem taç
kapı. Kapının iki yanında karşılıklı duran iki aslanın birinden çıkan motifler
diğerine ulaşıyor. Gene vazolu bir hayat ağacı figürü. Oturup seyretmek ve daha
iyi anlayabilmek istiyor insan ama zaman yok!
Misafirlerin ağırlandığı kabul
salonu karşımda. Yukarıda bahsettiğim zihnimde canlandırma adına yerlerde
halıların serili olduğunu düşünüyorum. Yan tarafta hareme açılan pencereler.
Yakında olan mutfaktan gelen giden... Nispeten küçük ama görkemli bir yer.
Bu duvarlarda aynalar asılıymış.
Öyle ki hizmetkarlar direk olarak yemek yiyenlere bakmayıp bu aynalara bakıyor.
Ona göre servis yapıyorlarmış. Avludan sonra harem...
İki katlı sarayda 366 oda olduğu söyleniyor.
Tam olarak canlandıramıyorum. Çünkü büyük çoğunluğu yıkılmış. Harem odaları da
diğerleri gibi şömineyle ısınıyor. Sandık yerine kullanılan duvar dibi
boşlukları var. Pencereler uçurumdan yeşilliğe bakıyor. Has bahçe olarak
adlandırılan yerden çiçek toplarlarmış.
Aziz Nesin’in hayatında
yukarıdaki gibi bir tuvalet tarif ettiğini okumuştum. Çocuk düşebilir içine
diye tarif etmişti. Okuyanlar için ilkokul 4 yaşında, Darüşşafaka belgesini
unuttuğu cami tuvaletinden bahsediyorum. Bu kadar büyük olabilir mi diye
düşünmüştüm ki kısa süre sonra haremdeki bu tuvaleti görmek çok değişikti.
Duvarlardaki delikli kısımlar
ısıtma için kullanılıyor. Haremden hamam ve geniş mutfağa geçiliyor. Ağır ağır
saraydan çıkma vakti. Gülbahar’ın geçtiği yollardan kaleye doğru çıkma
zamanı...
Akşam güneşini Ağrı Dağı’na
bakarak uğurlumak değişik. Kuşlara fotoğrafını yakalamaya çalışıyorum. Olmuyor.
Pat diye bir bulut geliyor tam üstüne, gel beni çek dercesine. Çekiyorum.
Görkemli olsa da ulaşılabilir gibi zirversi. Belki 1800 metre civarında olduğum
için öyle hissediyorum. Oysa destanda Ağrı’nın buzlarla kaplı zirvesinden
kimseyi geri vermediğini okumuştum, tabii ki Ahmet dışında.
Ustaların ustası Yaşar Kemal,
rengarenk çiçeklerden bahseder hep. Bahçede de büyümüş olsam bunca renk
cümbüşünü hayal etmekte zorlanırdım çoğu zaman. Ta ki baharın yeni geldiği
Iğdır, Doğubeyazıt yollarına çıkana kadar. İşte heybetli Ağrı Dağı civarında
rastladığım çiçek tarlalarından biri... Rengarenk, büyüleyici... Kalıp
seyretmek istediklerimdem...
*(Eğer Iğdır’a uçakla gidecekseniz
sağ tarafa oturun, manzara açısından daha şanslı olduğu söylendi. Maalesef
soldaydım. )
Merhaba Mineciğim,
YanıtlaSilUzun zamandır sessizdim, bir ses edeyim dedim.
Fotoğraflar harika. Belli ki çok hoş bir gezi olmuş. Ve her zamanki gibi harika anlatmışsın :)
ne güzel yorumunu okumak... nazikliğin için çok teşekkürler... sevgiler
Sil