22 Haziran 2015 Pazartesi

Iğdır - Doğubeyazıt


Bulutların üzerinde uçuyorum, İstanbul – Iğdır güzergahında… Anadolu’yu boydan boya geçmenin düşüncesi bile heyecanlandırırken, uçaktayım işte. Ekrandan Erzincan üzerinde olduğumuzu görüyorum en son. Dağları soruyorum, tahminim doğru Munzur Dağları...* 



Bulutların arasından aşağıda parlayan alanlar görüyorum. Fotoğraflarını çekmeye çalışıyorum, ne olduğunu merak ediyorum. Oysa sürekli karşılaşacağım onlarla ve yukarıdan nasıl parladıklarını çoktan unutmuş olacağım.


Gezimin asıl amacı yıllardır görmek için öldüğüm Kars’a ve benim için çok anlamlı Sarkamış’a gitmek. Çok hoş bir tesadüfle bu geziye Iğdır, Doğubeyazıt ve tabii ki Ağrı Dağı da ekleniyor. Heyecan katlanıyor. Öyle ya okulda sadece Türkiye’nin en yüksek dağı olarak öğrenmişsek de, bunca özlem, sevgi, efsane yüklenmiş, öfkesinden korkulan, tapınılan bir dağla tanışmak her zaman olabileceklerden değil.  Bunları düşüne durayım uçakta bulutların arasında tek başına ulu, karlı bir dağ gözüme çarpıyor. Ağrı olmalı diyorum içimden, öyle olmasını dileyerek… 


Iğdır’a neredeyse inmek üzereyiz. Memleketlerinden sevgiyle bahseden çiftten Tuzluca mağaralarını duyuyorum. Tuz çıkartılıyormuş çok eski zamanlardan beri. Belki bir dahaki sefere kısmet olur gitmek kimbilir... 



Iğdır’da ilk göze çarpan Belediye Binası’nın önünde heykelinin de olduğu Haydar Aliyev Parkı. Bu arada Iğdır Belediyesi’nin Azericesi de yazıyor tabelada. Hava çok güzel parktaki kafeler her yaştan insanlarla dolu.  Nahçıvan, Ermenistan ve İran’la komşu bir şehirde olmak değişik geliyor, sınırda olmak… Komşu olmakla sınırda olmak farklı anlamlar içeriyor zihnimde. Tıpkı taş atsanız Ermenistan’a ulaşacak Ani Harabeleri’nde hissedeceğim gibi. 


Iğdır yüksek dağlarla çevrili ve daha alçak ve bu özelliğiyle oluşan yumuşak, korunaklı ikliminde tarım çok önemli bir gelir kaynağı olmuş. Bu arada hiç yapmadığım bir şeyi yapıp yoldaki bir benzin istasyonunu anlatmak istiyorum. Dışarıda kahve, çay ikram ediliyor. Oturacak yerler var, salıncaklı, rahat. “Kalem satıyor musunuz?” diyorum, kasadaki adam elindekini veriyor bir anda. Anadolu’da o kadar çok tuvalet denemişim ki, yüzümü ekşiterek kullansam mı diye düşünürken övgü sözleri duyuyorum şaşırarak. Ve tuvalete yöneliyorum. Kapıyı elinizi göstererek açıyorsunuz. Kadın erkek ayırımında da öyle ve içerisi çok temiz. Komik gelecek belki ama rüya gibi. Neredeyse İstanbul’da böyle tuvalet görmedim desem doğru olur. (Opet’ti sanırım.)


Çayı da içtim artık yola çıkma zamanı istikamet İran sınırındaki Doğubeyazıt, tabii ki İshak Paşa Sarayı. Doğubeyazıt birçok insan için Avrupa’ya geçiş simgesi olmuş zaman içinde. Mesela İran sınırında olduğu için sınırı geçen kadınlar burada normal kıyafet giyiyorlar ya da tam tersi örtünüyorlarmış karşı tarafa geçmek için. Sınır ticaretinin önemli gelir kaynağı olduğunu öğreniyorum. 


Yol boyunca hayatımda hiç görmediğim kadar at, inek, koyun sürüsü,  göreceğim. Yani hayvancılık önemli gelir kaynağı. Doğu Anadolu’da bu böyle. Haliyle burada yenen etler daha bir güzel, Van’da Elazığ’da Malatya’da, Bitlis’te, Kars’ta yediklerim böyleydi en azından dersem yerinde olur. 

Yolda gördüğümüz siyah taşlar lavlardan kalanlar... Bu yöredeki Ağrı,Tendürek, Süphan, Nemrut hep yanardağ... Yani öfkesinden korkulan, tapınılan dağlar... Hele Ağrı ...

Ve işte dağlar arasında kartal yuvasını andıran İshak Paşa Sarayı’nı görünce mutlulukla gülümsüyorum. Ağrı Dağı Efsanesi’ndeki Mahmut Paşa’nın hüküm sürdüğü saray.

Gülbahar’ın dua ettiği Ahmedi Hani türbesi daha tepede.En yukarıda Urartulardan kalmış olduğu varsayılan kale. Demirci Hüso saraya daha yakın olmalı diye düşünüyorum şimdi. Bu arada Mahmut Paşa 1799- 1806 yılları arasında hüküm sürebilmiş. Veba salgınında ölmüş. Yaptıklarından halkın büyük kalabalıklarla saraya neden yürüdüğünü anlayabildim sanırım.

 Saray kapısından girmeden Iğdır’da, Doğubeyazıt’ta yaşayan Urartulara gidiyor aklım. M.Ö.900-600 arası Doğu Anadolu’da yaşamışlar. Buralarda Anadolu’nun ilk sakinlerinden Hurri izlerine de rastlanıyor. Aklım gene Hititlerin zaten Anadolu’da olduğu ya da  Anadolu’ya Kafkasya’dan indiklerine dair iki farklı görüşe gidiyor. Peki konuyu dağıtmamak en güzeli. Urartulardan sonra Persler’den, Bizans’a Roma’ya, Moğollara, Ruslara kadar çok işgale uğramış bu bölge. Yavuz ve Kanuni Çaldıran ve Tebriz Seferleri’nde geçmişler. İpek Yolu güzergahında olduğu için çok önemliymiş zamanında. Ancak bu yol önemini kaybettikten sonra Osmanlı yüzünü batıya dönmüş. Ta ki Balkanlar elden çıkana kadar. Sonrasında tekrar doğal coğrafyasında iktidarını kuvvetlendirmek istemiş Osmanlı. Yavuz’dan beri bölgede uygulanan politika, günümüze kadar olanlar zihnimde daha bir oturuyor, anlamlanıyor sanırım.
 
Artık Osmanlı Sultanlarının bile kıskandığı saraya girmeli. Nispeten yakın dönem olmasına rağmen korunmamış şahaserlerden. Genel hatlarıyla dursa da duvarlar, nöbetçi yerleri, üst kat harem odaları yıkılmış.

Selçuklu etkisinde olan dıştaki taç kapı tüm görkemiyle konuklarını ağırlıyor.Böyle kapıları gördükçe aklımın bir köşesinde hep Divriği Ulu Camii oluyor. Hiç biri eline su dökemez diyorum. Ama bütün olarak bakıldığında muhteşem bir eser İshak Paşa. İçinde ve yakınında geçen bir destanı da okuyunca daha bir anlamlanıyor. Çünkü bazen sadece taşlara baktığımda tam olarak nasıl yaşadıklarını hayal etmekte zorlanıyorum.

Girişten sonra solda çeşme var. Gelenlere soğuk ikram yapılırmış orada. Sol tarafta zindanlar, yıkılsa da muhafız yerleri var. Tekrar görkemli bir taç kapı ve ilk avludan ikinci avluya caminin, selamlığın, türbenin olduğu muhteşem avluya girmek göz kamaştırıcı. Her kapıdan sonra biraz daha yükseliyor yapının yüksekliği, en yüksek kısım harem.

 Usta’nın Ağrı Dağı Efsanesi’nde adı geçen Mahmut Han nam-ı diğer Mahmut Paşa’nın bu türbede yattığı söyleniyor. Tabii ki Saray yapımına başlayan Çıldır Valisi Çolak Abdi Paşa ve 99 yıl sonra tamamlayan II. İshak Paşa’yla birlikte. Türbe kılasik Selçuklu kümbetleri gibi iki katlı. İlk kat ziyaret için alt katta ise mezarlar var. Türbe üzerindeki hayat ağacı motifinin topraktan değil vazodan çıkıyor olması buranın bir ticari yer olduğunun göstergesiymiş bu arada. Bunca motife böylesine anlam yüklendiğini görmek hep heyecanlandırıyor beni. Aklımın bir kısmı gene Divriği Ulu Cami’de. Çok değil birkaç güne kadar gene kavuşacağız.

Türbenin arka kısmında birazdan içine gireceğim cami var. Dış kısmındaki mihrap çıkıntısı değişik geliyor. Türbenin sol tarafındaki girişten solda selamlığa sağda camiye geçiliyor arka kısımda odalar. Oda yapıları genelde aynı. İki pencere arada şömine. Camiyse iki kısımdan oluşmuş. Alandan tasarruf için duvardan bir pencereyle yapılan minber fikri çok hoşuma gidiyor.
Bu kısımda aradaki cumbadan Ahmedi Hani Türbesi, Urartulardan kaldığı söylenen Beyazıd Kalesi’ne bakıyor bir yanda diğer yandaysa sarp dağlar uzanıyor. Cumba çıkıntısındaki ahşap figürlerin en altında insan, bir üstte aslan, en üstteyse kartal figürü var. İçimden daha uzun zaman koruyabiliriz umarım burasını diye geçirmeden edemiyorum. Çünkü tahtanın yıpranması daha kolay.

Ve işte hareme geçen muhteşem taç kapı. Kapının iki yanında karşılıklı duran iki aslanın birinden çıkan motifler diğerine ulaşıyor. Gene vazolu bir hayat ağacı figürü. Oturup seyretmek ve daha iyi anlayabilmek istiyor insan ama zaman yok!
Misafirlerin ağırlandığı kabul salonu karşımda. Yukarıda bahsettiğim zihnimde canlandırma adına yerlerde halıların serili olduğunu düşünüyorum. Yan tarafta hareme açılan pencereler. Yakında olan mutfaktan gelen giden... Nispeten küçük ama görkemli bir yer.


Bu duvarlarda aynalar asılıymış. Öyle ki hizmetkarlar direk olarak yemek yiyenlere bakmayıp bu aynalara bakıyor. Ona göre servis yapıyorlarmış. Avludan sonra harem...

İki katlı sarayda 366 oda olduğu söyleniyor. Tam olarak canlandıramıyorum. Çünkü büyük çoğunluğu yıkılmış. Harem odaları da diğerleri gibi şömineyle ısınıyor. Sandık yerine kullanılan duvar dibi boşlukları var. Pencereler uçurumdan yeşilliğe bakıyor. Has bahçe olarak adlandırılan yerden çiçek toplarlarmış.


Aziz Nesin’in hayatında yukarıdaki gibi bir tuvalet tarif ettiğini okumuştum. Çocuk düşebilir içine diye tarif etmişti. Okuyanlar için ilkokul 4 yaşında, Darüşşafaka belgesini unuttuğu cami tuvaletinden bahsediyorum. Bu kadar büyük olabilir mi diye düşünmüştüm ki kısa süre sonra haremdeki bu tuvaleti görmek çok değişikti.

 Duvarlardaki delikli kısımlar ısıtma için kullanılıyor. Haremden hamam ve geniş mutfağa geçiliyor. Ağır ağır saraydan çıkma vakti. Gülbahar’ın geçtiği yollardan kaleye doğru çıkma zamanı...

Akşam güneşini Ağrı Dağı’na bakarak uğurlumak değişik. Kuşlara fotoğrafını yakalamaya çalışıyorum. Olmuyor. Pat diye bir bulut geliyor tam üstüne, gel beni çek dercesine. Çekiyorum. Görkemli olsa da ulaşılabilir gibi zirversi. Belki 1800 metre civarında olduğum için öyle hissediyorum. Oysa destanda Ağrı’nın buzlarla kaplı zirvesinden kimseyi geri vermediğini okumuştum, tabii ki Ahmet dışında.

Ustaların ustası Yaşar Kemal, rengarenk çiçeklerden bahseder hep. Bahçede de büyümüş olsam bunca renk cümbüşünü hayal etmekte zorlanırdım çoğu zaman. Ta ki baharın yeni geldiği Iğdır, Doğubeyazıt yollarına çıkana kadar. İşte heybetli Ağrı Dağı civarında rastladığım çiçek tarlalarından biri... Rengarenk, büyüleyici... Kalıp seyretmek istediklerimdem...

*(Eğer Iğdır’a uçakla gidecekseniz sağ tarafa oturun, manzara açısından daha şanslı olduğu söylendi. Maalesef soldaydım. )

2 yorum:

  1. Merhaba Mineciğim,
    Uzun zamandır sessizdim, bir ses edeyim dedim.
    Fotoğraflar harika. Belli ki çok hoş bir gezi olmuş. Ve her zamanki gibi harika anlatmışsın :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. ne güzel yorumunu okumak... nazikliğin için çok teşekkürler... sevgiler

      Sil

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...