28 Kasım 2014 Cuma

Trenle Anadolu 2 - Ankara - İstanbul

Anadolu'm trenleriyle davet ediyordu epey zamandır nice güzelliğiyle tanıştırmak için. Oldukça romantik bir projeydi bana göre, heyecanla rayların peşinde giderken şehirler, kasabalar, köylerle en önemlisi de insanlarla tanışacaktım… Hiç plan yapmadan önce adım atıp sonra sormaya karar verdim. Öyle ya yola çıkmadan getireceği soruları bilemezdim. SamsunAmasya arasındaki tatlı güzergahtan sonra bir bir gelmeye başladı yolların soruları. Mesela “Trenle Anadolu” derken trendeki Anadolu’dan mı,  trenden Anadolu’dan mı ya da varılan Anadolu’dan mı bahsedecektim. Eşit olmalı diye düşünsem de hepsi ayrı bir projeydi. Hepsi ayrı ayrı, belki ilerde… Neden olmasın ? 


Samsun’dan İstanbul’a tren olmadığı için Ankara üzerinden gitmeye karar verdim. Geçmişte kıyı şeridine vapurlarla ulaşım sağlanırlen İç Anadolu’ya Samsun üzerinden trenle gidiliyormuş. Hem Karadeniz’in ortasında olduğu için hem de Doğu Karadeniz’deki kadar sarp dağlar olmaması nedeniyle sanırım.


Samsun - Ankara otobüs güzergahı çok bildik, tek değişiklik mola yerlerindeki tabelalara eklenen yabancı kelimeler…
Geceyarısı bindiğim otobüs sabahın çok erken saatlerinde Ankara’da. Bu şehir yıllardır sadece kısa süreli durak görevi görüyor bizim için. Bu sefer de değişmedi bu gelenek. AŞTİ’den Gar’a gitmek için yollar araştırıyorum. Ücretsiz şehir servisleri, saat 6’da açılacak gişesiyle çok kalabalık metro ve taksi. Hava çok karanlık ve indiğimde yürüme mesafelerinin o saatte ve o karanlıkta tekin olmadığının söylenmesi üzerine taksiyle gidiyorum gara, 20 Lira…

Tedirgin miyim, yabancı hissediyor muyum bu şehirde kendimi, uzun zamandır hiç düşünmediğimi fark ediyorum. Çünkü hep bir koşuşturmaca içindeyim, otobüsler arası, uçaklar arası şimdi de otobüs tren arasında geçen…


Geç kalma olasılığını göze alarak bir sonraki sefere almıştım biletimi yani biraz zamanım vardı. Çay almak için büfeye yöneldiğimde yan taraftaki bekleme bölümünde yerlerde battaniyelere sarınmış, bankları doldurmuş insanlar gördüm. Şöyle bir bakınca Suriye’li olduklarını düşündüm biran. Herhalde bir yerlere nakledilecekler… Büfedeki adamsa 3 aydır orada yaşadıklarını banyo bile yapamadıklarını söyledi!


Biraz para versem fotoğraf çekebilir miyim diye sordum büfeye. Olabilir dedi, ağırdan çekmeye başlamışken doluverdi etrafım. Önlerinde para bozdurmakla hayatımın hatasını yapmıştım. Bir anda neye uğradığımı şaşırdım. Büyüklerin anlamadığım dilde bağırmaları, çocukların koşturmaları ve sıkıştırmaları, aralarından çıkamayacağımı düşünürken (çocuklardan biri cebime atıvermişti bile elini) görevliler ellerinden zor aldı beni. Görevliler olmasa yere düşüp ezilirdim muhtemelen. O çaresizlik hissini gayet net hissettim çünkü. Bir yandan bir insanı yağmalayacak kadar zor durumda olan savaştan kaçan insanların dıramları aklımın bir köşesine işlendi diğer yandansa bir daha da böyle bir hata yapar mıyım diye düşünmeden edemedim. Ah bir de çekemediğim nefis fotoğraflar, dikkat çekmesin diye kullanmadığım fılaş da ayrıca içimde kaldı…


Ve işte Ankara İstanbul arası hızlı trendeyim. Masalı yerlerden birini almıştım. Şansıma karşıma iki çocuklu bir anne oturdu, birbirinden şekerleme ikisi de. Abla cingöz. Eskişehir’e kadar olan kısa zamanda sohbet ettik, tren içinde dolaştık. Hızlı tren içindeyken çok hızlı gidiyormuş gibi gelmiyor. Rusya’da Moskova St. Petersburg arasındakinde de öyle hissetmiştim. Japonya’daki için çok hızlı diyorlar. Binmek kısmet olursa farkı anlayacağım.


Bu arada cingöz ablayla yol vermek için durduğumuz pencerenin önünde “Burada imdat diye mi bağıracağız” sorusunu alıyorum. Çekici gösteriyorum, olmaz diyor, inanmıyor. Onlar indikten bir süre sonra Sapanca Gölü’nün kıyısından geçiyoruz, gerçekten çok hoş ilk defa görmek değişikti doğrusu. Bodrum İzmir arasındaki Bafa Gölü'nü hatırladım. Bu göl biraz daha büyük ve çevresinde bir dolu villa var. Hoş bir sayfiye yeri görünen. Veee tüm gizleriyle yine yeni yeniden İstanbul… Pendik son durak. Oradan minibüs, metro istediğiniz güzergaha doğru bir harala gürele başlıyor. Ya da arkamda oturan ve Eyüp'e gideceğini öğrendiğim ailenin dediği gibi "Asıl yolculuk bundan sonra başlıyor"...

Haftalardır yağmursuzluktan şikayet eden beni pek ıslak karşılıyor İstanbul. Sevineyim mi üzüleyim mi bilemiyorum. Bir hafta önce günlük güneşlik bir hafta sonra da öyle olacak diyor hava durumu. Üstelik İstanbul’a gelinceye kadar geçtiğimiz Eskişehir, İzmit de günlük güneşlik!  Hal böyleyken katılmak istediğim günübirlik gezi iptal ediliyor. Elimdeki şemsiyeyi mi tutayım, fotoğraf makinasını mı ıslatmayayım gibi hoşuma gitmeyen durumlar... İyi ki arkadaşımlar var. Sürekli onlarla buluşup özlem gideriyorum. Bu arada 139. yaşını kutlayan Tünel’e uğramadan olmuyor.

O yağmurda çok sevdiğim bir müzeye, Pera Müzesi’ne atıyorum kendimi. Katları arasında dolaşırken kahve fincanlarına, Osman Hamdi tablolarına, Polonya Sanatı’nda Oryantalizm sergisine uğruyorum.

Müzeden sonra Unutulmuş Kırallık sergisini merak edip giriyorum içeri. Beyoğlu yağmurlu bir günde de olsa yüzümü güldürmeyi başarıyor. Ve Yapı Kredi kitapçısı ille de uğranacak yerlerden. Kendi basımları olan kitapları iyi bir indirimle satıyorlar. Bir dahaki Ankara İstanbul tren seferinde güneşin güleryüzüyle karşılanmak umuduyla deyip azıcık kırgın azıcık isteksiz öylece bitiriveriyorum yazımı... 

4 yorum:

  1. Ankara ne zaman durak olmaktan çıkacak?


    Suriyeliler her yerdeler, her gün karşılaşıyorum. Utanma, acıma karışık duygular...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. bilmiyorum hep çok uzak geliyor bu şehir bana :( hayat bu belli de olmaz öte yandan güzel buluşmalar için gelirim belki ...

      Sil
  2. Ne kadar güzel bir yazı yazmışsın. Çok beğenerek okudum. Ellerine sağlık.

    YanıtlaSil

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...