Anadolu'm trenleriyle davet
ediyordu epey zamandır nice güzelliğiyle tanıştırmak için. Oldukça romantik bir projeydi bana
göre, heyecanla rayların peşinde giderken şehirler, kasabalar, köylerle en
önemlisi de insanlarla tanışacaktım… Hiç plan yapmadan önce adım atıp sonra
sormaya karar verdim. Öyle ya yola çıkmadan getireceği soruları bilemezdim. SamsunAmasya arasındaki tatlı güzergahtan sonra bir bir gelmeye başladı yolların
soruları. Mesela “Trenle Anadolu” derken trendeki Anadolu’dan mı, trenden Anadolu’dan mı ya da varılan Anadolu’dan
mı bahsedecektim. Eşit olmalı diye düşünsem de hepsi ayrı bir projeydi. Hepsi
ayrı ayrı, belki ilerde… Neden olmasın ?
Samsun’dan İstanbul’a tren
olmadığı için Ankara üzerinden gitmeye karar verdim. Geçmişte kıyı şeridine
vapurlarla ulaşım sağlanırlen İç Anadolu’ya Samsun üzerinden trenle
gidiliyormuş. Hem Karadeniz’in ortasında olduğu için hem de Doğu Karadeniz’deki
kadar sarp dağlar olmaması nedeniyle sanırım.
Samsun - Ankara otobüs güzergahı
çok bildik, tek değişiklik mola yerlerindeki tabelalara eklenen yabancı kelimeler…
Geceyarısı bindiğim otobüs
sabahın çok erken saatlerinde Ankara’da. Bu şehir yıllardır sadece kısa süreli
durak görevi görüyor bizim için. Bu sefer de değişmedi bu gelenek. AŞTİ’den Gar’a
gitmek için yollar araştırıyorum. Ücretsiz şehir servisleri, saat 6’da açılacak
gişesiyle çok kalabalık metro ve taksi. Hava çok karanlık ve indiğimde yürüme
mesafelerinin o saatte ve o karanlıkta tekin olmadığının söylenmesi üzerine taksiyle
gidiyorum gara, 20 Lira…
Tedirgin miyim, yabancı
hissediyor muyum bu şehirde kendimi, uzun zamandır hiç düşünmediğimi fark
ediyorum. Çünkü hep bir koşuşturmaca içindeyim, otobüsler arası, uçaklar arası
şimdi de otobüs tren arasında geçen…
Geç kalma olasılığını göze alarak
bir sonraki sefere almıştım biletimi yani biraz zamanım vardı. Çay almak için
büfeye yöneldiğimde yan taraftaki bekleme bölümünde yerlerde battaniyelere
sarınmış, bankları doldurmuş insanlar gördüm. Şöyle bir bakınca Suriye’li
olduklarını düşündüm biran. Herhalde bir yerlere nakledilecekler… Büfedeki
adamsa 3 aydır orada yaşadıklarını banyo bile yapamadıklarını söyledi!
Biraz para versem fotoğraf
çekebilir miyim diye sordum büfeye. Olabilir dedi, ağırdan çekmeye başlamışken doluverdi
etrafım. Önlerinde para bozdurmakla hayatımın hatasını yapmıştım. Bir anda neye
uğradığımı şaşırdım. Büyüklerin anlamadığım dilde bağırmaları, çocukların
koşturmaları ve sıkıştırmaları, aralarından çıkamayacağımı düşünürken (çocuklardan biri cebime atıvermişti bile
elini) görevliler ellerinden zor aldı beni. Görevliler olmasa yere düşüp ezilirdim muhtemelen. O çaresizlik hissini gayet net hissettim çünkü. Bir yandan bir insanı yağmalayacak kadar zor durumda olan
savaştan kaçan insanların dıramları aklımın bir köşesine işlendi diğer yandansa bir daha da
böyle bir hata yapar mıyım diye düşünmeden edemedim. Ah bir de çekemediğim nefis
fotoğraflar, dikkat çekmesin diye kullanmadığım fılaş da ayrıca içimde kaldı…
Ve işte Ankara İstanbul arası
hızlı trendeyim. Masalı yerlerden birini almıştım. Şansıma karşıma iki çocuklu
bir anne oturdu, birbirinden şekerleme ikisi de. Abla cingöz. Eskişehir’e kadar
olan kısa zamanda sohbet ettik, tren içinde dolaştık. Hızlı tren içindeyken çok
hızlı gidiyormuş gibi gelmiyor. Rusya’da Moskova St. Petersburg arasındakinde
de öyle hissetmiştim. Japonya’daki için çok hızlı diyorlar. Binmek kısmet
olursa farkı anlayacağım.
Bu arada cingöz ablayla yol
vermek için durduğumuz pencerenin önünde “Burada imdat diye mi bağıracağız”
sorusunu alıyorum. Çekici gösteriyorum, olmaz diyor, inanmıyor. Onlar indikten
bir süre sonra Sapanca Gölü’nün kıyısından geçiyoruz, gerçekten çok hoş ilk
defa görmek değişikti doğrusu. Bodrum İzmir arasındaki Bafa Gölü'nü hatırladım. Bu göl biraz daha büyük ve çevresinde bir dolu villa var. Hoş bir sayfiye yeri görünen. Veee tüm gizleriyle yine yeni yeniden İstanbul…
Pendik son durak. Oradan minibüs, metro istediğiniz güzergaha doğru bir harala
gürele başlıyor. Ya da arkamda oturan ve Eyüp'e gideceğini öğrendiğim ailenin dediği gibi "Asıl yolculuk bundan sonra başlıyor"...
Haftalardır yağmursuzluktan
şikayet eden beni pek ıslak karşılıyor İstanbul. Sevineyim mi üzüleyim mi
bilemiyorum. Bir hafta önce günlük güneşlik bir hafta sonra da öyle olacak
diyor hava durumu. Üstelik İstanbul’a gelinceye kadar geçtiğimiz Eskişehir,
İzmit de günlük güneşlik! Hal böyleyken
katılmak istediğim günübirlik gezi iptal ediliyor. Elimdeki şemsiyeyi mi tutayım,
fotoğraf makinasını mı ıslatmayayım gibi hoşuma gitmeyen durumlar... İyi ki
arkadaşımlar var. Sürekli onlarla buluşup özlem gideriyorum. Bu arada 139. yaşını
kutlayan Tünel’e uğramadan olmuyor.
O yağmurda çok sevdiğim bir
müzeye, Pera Müzesi’ne atıyorum kendimi.
Katları arasında dolaşırken kahve fincanlarına, Osman Hamdi tablolarına,
Polonya Sanatı’nda Oryantalizm sergisine uğruyorum.
Müzeden sonra Unutulmuş Kırallık
sergisini merak edip giriyorum içeri. Beyoğlu yağmurlu bir günde de olsa yüzümü
güldürmeyi başarıyor. Ve Yapı Kredi kitapçısı ille de uğranacak yerlerden. Kendi
basımları olan kitapları iyi bir indirimle satıyorlar. Bir dahaki Ankara
İstanbul tren seferinde güneşin güleryüzüyle karşılanmak umuduyla deyip azıcık kırgın azıcık isteksiz öylece bitiriveriyorum yazımı...
Ankara ne zaman durak olmaktan çıkacak?
YanıtlaSilSuriyeliler her yerdeler, her gün karşılaşıyorum. Utanma, acıma karışık duygular...
bilmiyorum hep çok uzak geliyor bu şehir bana :( hayat bu belli de olmaz öte yandan güzel buluşmalar için gelirim belki ...
SilNe kadar güzel bir yazı yazmışsın. Çok beğenerek okudum. Ellerine sağlık.
YanıtlaSilteşekkür ederim :)
Sil