Sonra o yolu anlatan kitap düşer
aklına. Onca yıldan sonra öğrendiklerini, tekrar okumanın heyecanına katar ilerlersin sayfalarda...
Kimbilir belki bir gün çok çok istediğin Afganistan hatta biraz ileri
Pakistan'a doğru gidersin gerçekten... Ama şimdi Mevlana'nın doğum yeri Belh'e
doğru uzanma zamanı. Bir yandan okur, bir yandan gözlerini kapar fotoğraflarını
gördüğün kumdan hayaletlere dalarsın için titreyerek...
Kimi güzargahlar olmasa tarihin
bambaşka olacağını anlatan en güzel örneklerdendir Bahaeddin Veled ve ailesinin
göçü. Moğollar önüne kattıkları insan bulutuyla batıya doğru ilerlerken Mevlana
da, Celaleddin Belhi'den Celaleddin Rumi'ye döner ağır ağır. Torunlarının Anadolu'da
yaşamalarından ve türbesinin Konya'da olmasından olsa gerek Afgan olarak
anılmasına çok şaşırmıştım ilk duyduğumda. Öyle ya doğum yeri Anadolu değildi,
Rumi değildi aslında. Onun için farketmese de ister istemez o göç olmasaydı
neler olabileceğini düşünmeden edemiyor insan. Şems'le gene tanışırdı belki. Gene
giderdi Şam'a eğitim almaya ya da Anadolu'ya uğrardı, Selçuklu himayesine
girmeden kimbilir...
Dinler tarihi peşinde ağır ağır
ilerlerken, tüm dinlere kucak açmış Mevlana'nın ışığında dolaşıyorum
sayfalarda. Beden ve ruh bu ara aklımda sıklıkla. Ruhani varlık olarak insanın
yolculuğu daha çok ilgilendiriyor kimbilir... Belki dünya, 13. yüzyılda
Anadolu'da olan Mevlana, Hacı Bektaşi
Veli, Yunus Emre'ye ihtiyaç duyulduğu gibi bir döneme giriyor kimbilir. Kaostan
kaçış var mı, dünyevi hesaplardan? Savaş, acı, yoksunluk mu kendine yöneltiyor
insanları? Cevaplar zamanda, içimizde kimbilir...
"Varlığını atınca, benlikten
kurtulunca, gel de sen ruh içinde ruhu gör! Çok çok canlar, hepsi de tek olmuş.
Ayrı ayrı bedenlerde yaşayan canlar birleşmiş. Yıldızlar nerede?
Dereler halinde denize doğru
koşup duran, bütün susamış canlar, denize kavuştukları zaman, denizde yok
olurlar, bu hakikati bilen tek varlık nerede?
Uzak, yakın mesafeler, köyler,
şehirler, iklimler, memleketler, çeşit çeşit diller konuşan, çeşit çeşit renkte
olan, çeşit çeşit dinler taşıyan insanların hepsi de bu tarafta; denizin öte
tarafında ne şehir var, ne iklim, ne de memleketler, insanlar var.
Bu beden eliyle ne yazarsa
mutlaka onu kalemle yazar. Fakat canın kendisine yazdığı yazıda kalem bulunur mu?
Kalemler nerede?
İnsanın aklı da, fikri de, ondan
ayrı düştüğü için soğumasından ileri gelir. Fakat insan, aşk şarabı ile
kırışınca, ne akıl kalır, ne fikir.
Evet, aşk şarabı ile kendinden
geçişte bir başka çeşit akıl vardır. Fakat gönlü yanık bir kişinin aklı nerede,
korkulu ve karışık rüyalara dalmış akıl nerede?
Kuş, kafeste kaldığı müddetçe bir
başkasının emri altındadır. Kafes kırılıp da kuş uçunca, ona verilecek emirler
nerede?" Sh 188
"Yola çıkan, yolun
karakterini kazanır" diyor Özcan Yüksek. Mevlana'nın büyük göçünü, Mevlana
oluşunu anlatıyor. Çöller, dağlar, sınırlar aşıyor. Mevlana'nın geçtiği yolları
geçerken, kendisi de döne döne dolanıyor; Horasan'da, İran'da, Suriye'de ve
başka diyarlarda, Mesnevi'de ve Divanı Kebir'de, ruhsal bir yolculuğa çıkıyor.
"Ayrılık bazen bütün
acıların kaynağı gibi gözükür. Belki de insan sonsuz bir ayrılık acısıyla
doğmuştur. Ve o doğum, kopmaktır, ayrılmaktır. Yaşanan bütün küçük ayrılışlar,
işte bu büyük ayrılığın parçalarıdır.
Bu ayrılıktan uzaklaşmak için
kaçmak ister belki de insan, ama nereye kadar kaçabilir ya da kaçabilir mi?
Yayımı gerdim ve okumu fırlattım, Belh'ten o yana fırlattım. Bir kere ok yaydan
kurtulunca kim yakalayabilir ki onu?
Rumi der:
"Damarlarım attıkça, canım
bedenimde oldukça kaçmaktayım.""
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder