Kocaman bir bozkır Anadolu… Ana,
babalarımızın bitip tükenmeyen sevgileriyle sarmalanmış, çorak ruhlarımızla varolmaya çalıştığımız... Ve onların
çaresiz yakarışları kuzularının ardından… Ve ana babasız kalmış minicik kuzular…
Gecenin bir yarısı açtığım ilk hikaye; Analar Kokularından Bulur Kuzularını… Bu
böyle olmayacak çay demlemeliyim dedirten… Vurucu bir sadelikle içime işleyen
samimiyet, iz bırakan…
Oysa Peri Gazoz’u efsunlu bir
içecekti, büyülü bir diyarda geçen hikayeleri anlatacaktı. Belki de öyleydi…
Bir annenin hasta oğlunu iyileştiren sözlerindeydi efsun ya da ölen çocuklarını
bulabilmek umuduyla ırmak kenarında, dağda bayırda dolaşan ana babanın iç
parçalayan sabrındaydı efsun. Tecavüze uğramış, kendini asmış ya da öldürülmüş minicik
kuzuların masumiyetindeydi… Ve tüm bunlara tanık olan bir hekimdeydi efsun! Öte
yandan çeşme suyuyla yapılan gazoz, aşılama için yakalanan bebelerle
gülümsetiyordu hafifçe… Ve taşrayla sarmalanan İstanbul’da, sürgünden gelen
girişimci cesur bir doktor… Ercan Kesal, hayat aşkıyla yazmalı, daha çok
üretmeli, hekimliğiyle dağıttığı şifa kadar yazdıkları, çektikleriyle ruhumuza iyi
gelmeye devam etmeli…
“Kahrolsun Faşizm” yazmışlar. Yalnız
faşizmdeki “z” ile “m” arasına da “i” koymuşlar. Neyse, söyledim düzelttiler.
Oraya “i” konulmaz dedim. Daha imla kurallarını bilmiyorsunuz ki oğlum, nasıl
devrim yapacaksınız?
“Ne alakası var baba?”sh28
“Oğlum kendine dikkat et. Her şeye
karışma… Bir de bu çocuklar nasıl böyle, anlamadım ki? Yani hiç büyüğe saygı,
hürmet yok. Kendi bildiklerini okuyorlar. Nasıl devrimcilik bu anlamadım?”
“Baba ne alakası var Allah
aşkına?”sh 29
“Oğlum bu nasıl iş? Bu çocuklar
öğrenci mi, asker mi anlamadım. Hepsinin de beti benzi sapsarı. Üstleri başları
perişan. Kendilerine hiç bakmıyorlar. Bir de devamlı çay, sigara. Bunlar nasıl
değiştirecekler memleketi, nasıl devrim yapacaklar?”
“Baba ne alakası var?”
Bir gün babam odamdayken, partili
delegeler gelmiş ziyaretime. Babamı tanımıyorlar tabii ki. Ben yan odada başka
birileriyle konuşuyorum. Bir süre sonra odama dönüyorum. Delegeler gittikten
sonra, babam canı sıkkın konuşuyor. “Oğlum sen yan odadayken, buradakiler
sehpanın üzerindeki bisküvileri kapışarak yediler.” Bir yandan da, “yiyin lan
yiyin doktorum bisküvilerini. Öyle kolay mı Belediye Başkanı olmak? Masrafa
girmek lazım,” dediler. Oğlum bunlardan bir şey olmaz. Bunlar kendileri aç.
Vatandaşı nasıl doyuracaklar?”
“Baba, ne alakası var?” demedim
artık.
Arka Kapak
“Vicdanımız kuruyor. Babalarını
erken kaybetmiş yetim çocukların masum bakışlarını koyacakları göğüsler çoktan
çöktü, farkında mısınız? Göğüs çöktükçe zulüm tepemizde kalıyor. Kavisli ve
dolaşık geçmişimizse, bozuk düzenimizin telleri olmuş. Duyduğunuz sesler bu
yüzden içli ve bu kadar derinden geliyor.
Şimdi bir türlü sığamayıp, delice
bir kavgaya tutuştuğumuz, adına Anadolu denen şu kadim topraklarda, binlerce
yıl önce hüküm sürmüş, bir Hitit kralının oğullarına bıraktığı vasiyete bakın
isterseniz: “Öldüğümde beni, usulünce yıkayın, göğsünüze yaslayın ve toprağa
bırakın.” Bu kadar.”
Hayatın en yalın ve en efsunlu
meseleleri, ölüm ve yaşam, anne-baba-çocuk arasındaki zor muhabbet, büyümek ve
yaşlanmak üzerine… Vefalı bir oğlun gözüyle… Bilhassa ölümün, ölümle baş
etmenin olağanüstülüğü ve olağanlığı üzerine… “Alıştırmaya” direnen bir hekimin
gözüyle.
Taşranın sıcak kurağı ve serin
kasveti üzerine… Orayı hem içinden hem dışından bilen bir evladın gözüyle.
Türkiye’nin ipin ucundaki yakın tarihinin gölgesi… Kalbi avucunda birinin
gözüyle.
Ercan Kesal’dan, aynanın kenarındaki
fotoğraflar misali hayat parçaları, sohbet makamında insan hikayeleri.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder