6 Aralık 2017 Çarşamba

Peri Gazozu - Ercan Kesal


Kocaman bir bozkır Anadolu… Ana, babalarımızın bitip tükenmeyen sevgileriyle sarmalanmış, çorak ruhlarımızla varolmaya çalıştığımız... Ve onların çaresiz yakarışları kuzularının ardından… Ve ana babasız kalmış minicik kuzular… Gecenin bir yarısı açtığım ilk hikaye; Analar Kokularından Bulur Kuzularını… Bu böyle olmayacak çay demlemeliyim dedirten… Vurucu bir sadelikle içime işleyen samimiyet, iz bırakan…


Oysa Peri Gazoz’u efsunlu bir içecekti, büyülü bir diyarda geçen hikayeleri anlatacaktı. Belki de öyleydi… Bir annenin hasta oğlunu iyileştiren sözlerindeydi efsun ya da ölen çocuklarını bulabilmek umuduyla ırmak kenarında, dağda bayırda dolaşan ana babanın iç parçalayan sabrındaydı efsun. Tecavüze uğramış, kendini asmış ya da öldürülmüş minicik kuzuların masumiyetindeydi… Ve tüm bunlara tanık olan bir hekimdeydi efsun! Öte yandan çeşme suyuyla yapılan gazoz, aşılama için yakalanan bebelerle gülümsetiyordu hafifçe… Ve taşrayla sarmalanan İstanbul’da, sürgünden gelen girişimci cesur bir doktor… Ercan Kesal, hayat aşkıyla yazmalı, daha çok üretmeli, hekimliğiyle dağıttığı şifa kadar yazdıkları, çektikleriyle ruhumuza iyi gelmeye devam etmeli…

“Kahrolsun Faşizm” yazmışlar. Yalnız faşizmdeki “z” ile “m” arasına da “i” koymuşlar. Neyse, söyledim düzelttiler. Oraya “i” konulmaz dedim. Daha imla kurallarını bilmiyorsunuz ki oğlum, nasıl devrim yapacaksınız?
“Ne alakası var baba?”sh28

“Oğlum kendine dikkat et. Her şeye karışma… Bir de bu çocuklar nasıl böyle, anlamadım ki? Yani hiç büyüğe saygı, hürmet yok. Kendi bildiklerini okuyorlar. Nasıl devrimcilik bu anlamadım?”
“Baba ne alakası var Allah aşkına?”sh 29

“Oğlum bu nasıl iş? Bu çocuklar öğrenci mi, asker mi anlamadım. Hepsinin de beti benzi sapsarı. Üstleri başları perişan. Kendilerine hiç bakmıyorlar. Bir de devamlı çay, sigara. Bunlar nasıl değiştirecekler memleketi, nasıl devrim yapacaklar?”
“Baba ne alakası var?”

Bir gün babam odamdayken, partili delegeler gelmiş ziyaretime. Babamı tanımıyorlar tabii ki. Ben yan odada başka birileriyle konuşuyorum. Bir süre sonra odama dönüyorum. Delegeler gittikten sonra, babam canı sıkkın konuşuyor. “Oğlum sen yan odadayken, buradakiler sehpanın üzerindeki bisküvileri kapışarak yediler.” Bir yandan da, “yiyin lan yiyin doktorum bisküvilerini. Öyle kolay mı Belediye Başkanı olmak? Masrafa girmek lazım,” dediler. Oğlum bunlardan bir şey olmaz. Bunlar kendileri aç. Vatandaşı nasıl doyuracaklar?”
“Baba, ne alakası var?” demedim artık.

Arka Kapak

“Vicdanımız kuruyor. Babalarını erken kaybetmiş yetim çocukların masum bakışlarını koyacakları göğüsler çoktan çöktü, farkında mısınız? Göğüs çöktükçe zulüm tepemizde kalıyor. Kavisli ve dolaşık geçmişimizse, bozuk düzenimizin telleri olmuş. Duyduğunuz sesler bu yüzden içli ve bu kadar derinden geliyor.

Şimdi bir türlü sığamayıp, delice bir kavgaya tutuştuğumuz, adına Anadolu denen şu kadim topraklarda, binlerce yıl önce hüküm sürmüş, bir Hitit kralının oğullarına bıraktığı vasiyete bakın isterseniz: “Öldüğümde beni, usulünce yıkayın, göğsünüze yaslayın ve toprağa bırakın.” Bu kadar.”
Hayatın en yalın ve en efsunlu meseleleri, ölüm ve yaşam, anne-baba-çocuk arasındaki zor muhabbet, büyümek ve yaşlanmak üzerine… Vefalı bir oğlun gözüyle… Bilhassa ölümün, ölümle baş etmenin olağanüstülüğü ve olağanlığı üzerine… “Alıştırmaya” direnen bir hekimin gözüyle.
Taşranın sıcak kurağı ve serin kasveti üzerine… Orayı hem içinden hem dışından bilen bir evladın gözüyle. Türkiye’nin ipin ucundaki yakın tarihinin gölgesi… Kalbi avucunda birinin gözüyle.

Ercan Kesal’dan, aynanın kenarındaki fotoğraflar misali hayat parçaları, sohbet makamında insan hikayeleri.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...