Gümüşhane’de hastanenin önünde
durmuş çevreye bakarken bir an çıplak kayalarıyla yükselen dağa takıldı gözüm. Sudan
besleniyordum ben sürekli. Suda kıyısı olan bir şehirde doğmuş, suyla komşu
şehirlerde yaşamış, içinden nehirler geçen şehirlere aşık olmuştum. Böylesine
sarp ve çorak bir dağın içimdeki yansımasıyla burun buruna kalmanın
hissettirdiği o duygu çok garipti. Tüm hayatımı orada geçirebileceğim hissi…
Yerlerin değil, birlikte olunan insanların önemli olduğunu düşünsem de,
bulunduğum yerlere kolayca alışabilsem de bozkırda hiç yaşamamıştım. Bir çıkmazdaymışım
gibi hissedebilir miydim?
Karaca mağarasına çıkarken
aşağıdaki dik uçurum, sarp kayalar baş döndürücüydü. Bazen, bazı yerlerde
gelişen tarikatların nasıl bu kadar güçlü olabildiklerini anlayıveriyorsunuz
bir anda. O muhteşem mağaradaki doğa mucizesine tanık olmak başka bir şey.
Böylesine çorak ve dağlık bir alanda insanın içinde gelişen tefekkür ve
maneviyatı anlatıyordu sanki burası. Kendi içinizdeki güzellikleri keşfetmek…
İnsan, doğanın parçası, doğanın yansıması değil miydi zaten?
Bozkırda yaşamış, bozkıra,
insana, sanata sevdalı bir hekimle tanıştım son zamanlarda. Adını sürekli
duyduğum, efsunlu bir isim olduğunu düşündüğüm Peri Gazoz’unu biliyordum ama
okumamıştım. Ta ki yazarının hekim hatta psikiyatrist olduğunu öğrenene kadar.
Hele de söyleşi kitabına rastlamışsam kim tutardı artık beni. Ercan Kesal’la
yapılan söyleşileri okurken, her seferinde başka türlü söylenen cümleleri
okumak çok iyi geldi. Galiba en güzeli böyle yaratıcı, hayat aşığı insanlardan
ilham alabilmek. Söyleşilerde eserlerini sevdiğimiz insanları tanırken, onların
hayran oldukları, benimsedikleriyle de tanışıyoruz ve farklı perspektifler
kazanabiliyoruz. Böyle beslenmeye bayılıyorum sanırım. Öte yandan uzunca bir
süredir müzikten uzaklaşmışken son dönemde yeniden yakaladığım nefis bağı
genişletmek çok hoşuma gidiyor. Ama sinema hiçbir zaman ilgi odağım olmadı
maalesef. Olmalı mı bilmiyorum. Aile aktivitesinden öteye gidemedi. Bu kitabı okurken başka bir dünyaya gittim.
Çok ilgilendiğim insan doğasını işleyen filmlerle daha çok ilgilenebilirim
sanırım. Çektiğim fotoğraflara ustalardan yansıtabileceğim filizlerin içimde
gelişebilmesi için daha çok sinema seyretmeliyim diye düşündüğüm anlar oldu.
Sinemadan kastım yazarın “arthouse” dedikleri tabii ki…
Söyleşiler öyle güzel düzenlenmiş
ki sürekli aynı konulardan bahsedilmesine rağmen her seferinde başka ve yeni
bir şey okuyormuşsunuz hissiyle devam ediyorsunuz. Bu da yazarın derinliğiyle
alakalı olmalı diye düşünüyorum. Yazar mı demeliyim sadece, oyuncu, hekim… Onunla
benzer yerlerde yaşayan, görev yapan birçok meslektaşı olmasına rağmen
içselleştirdiği olayları yıllar sonra yazabilmesi hatta film çekmek için
gittikleri kasabada onca yıl sonra “sen yaparsan iyi yaparsın” sözleriyle
karşılanması, yalnız mesleğiyle değil insan olarak da kendisini ne kadar
sevdirdiğinin bir göstergesi olmalı…
İnsanı, insan sevgisini,
samimiyeti, onuru, utanma duysuna sahip çıkmayı hayatının merkezine koyabilen,
hayat aşığı böylesine güzel bir insanın kitaplarıyla yepyeni bir yolculuk
önümde öğreneceğim çok şey var biliyorum… Hala okumadıysanız hadi gelin siz de,
ama önce bu nefis söyleşi kitabını okuyun derim.
Arka Kapak
Tüm yapıp
ettiklerimizle aramızdaki mesafe, aslında bunların yarattığı iktidarın ne
kadarından vazgeçebileceğimizin mesafesidir.
Hayat aslında
kalabalıkmış gibi görünüyor ama çok izole yaşıyoruz ve yalnızız.
Her şeyden haberdarmışız
gibi davranıyoruz ama çok da yalnız ve çaresiziz aslında.
Biz İstanbul’da küçük
kasabalarda, küçük şehirlerde yaşıyoruz aslında.
Aslında hatırlamak,
ayıklamaktır.
Belleği diri tutmak
da ahlaki bir seçim aslında.
Utanmayı kaybetmek
aslında kişinin kendine olan saygısını kaybetmesidir.
Kendi
yaşadıklarımızı, “Ben olsaydım ne yapardım?” sorusunun cevaplarından,
başkalarından duyduklarımızı “Benim başıma gelseydi ne olurdu?” üzerinden
kuruyoruz aslında.
Aslında her metnin “ebesi”
de şiirdir.
Bizim sesimiz aslında
yaşadığımız coğrafyanın, kişisel ve toplumsal tarihimizin ve belleğimizin bize
bağışladığı bir “tını”dır.
Aslında yazmıyorum da
bir şey çekip izletiyorum gibi.
Aslında klasik diye
adlandırdığımız bütün yönetmenlerin bir sinema felsefecisi gibi yaşadıklarını
söyleyebiliriz.
Aslında, iyilik
kendiliğinden ve istenmeden vermek değil midir?
“Sinemanın atına binmiş,
edebiyatı kırbaç yapmış” bir yazarla söyleşiler… Hekim sıfatıyla hastalarının,
yazarlığıyla Anadolu’nun sır katibi olan Ercan Kesal, edebiyatla ilgili,
eserleriyle ilgili, taşrayla ilgili, memleketle ilgili, hal-i pürmelalimizle
ilgili, taşrayla ilgili, insan halleriyle ilgili, umut ve direnişle ilgili,
ahlakla ve vicdanla ilgili, sinemayla ilgili sohbet ediyor bizimle.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder