6 Eylül 2015 Pazar

Zemberrekkuşu'nun Güncesi - Haruki Murakami


Gecenin bir yarısı gelen “Murakami” mesajına yanıt vermeye başladığımda bir kuyunun dibine kadar inip, dünyayla bağlantımı keseceğimi bilmiyordum henüz. Gündelik hayattaki olayları işaret sayan hatta geçmişten gelen tekrarları ya da zihinsel bağlantıları takip eden biri olarak içinde kaybolacağım bir kitabın bir kapak ötesinde olduğumun da farkında değildim. Oysa girdap yanı başımdaydı…


Sahilde Kafka’yı orta yerinde ‘sevdiğim halde’ pat diye bırakmışken, Koşmasaydım Yazamazdım’la zihni karanlık sularda böylesine yüzebilen birinin gündelik hayat tutkularına şaşırıp kalmış, hayranlık duymuştum. Galiba gece gelen mesaj gibi itici bir güce ihtiyacım vardı tekrar başlamak için.

Okurken gülümsediğimi fark ettim bir ara, Murakami romanında olmak demek garip olayların içinde çekilivermek demekti. Tıpkı benim gibi bir süredir işsiz olan Toru Okada’nın kaybolan kedisi ve almaya başladığı anlamsız telefonlarla değişen hayatı, çok güvendiği eşinin ortadan kaybolmasıyla başlayan olaylar zinciri Murakami romanlarında olurdu, bizim evde değil. Hoş birdenbire alabora olan bir hayatı kim ister? Her türlü kötü sona kendimi hazırlamış, biraz kasılmış ama öte yandan elimden düşürmeden okumaya başladım.

Dedim ya bir girdaba kapılmıştım, ilk okuma gününden sonraki iki gün o kadar az kelimeyle konuşmuştum ki o tuhaflığı üzerimden atıp, zembereği kurma zamanı geldi düşündüm. Evimizde zembereği kuran kişiydim ne de olsa. Galiba bu yaşımda böyle kitaplardan uzak kalma nedenlerimden biri de fazla içselleştirmem, kendimi kaptırmamdı. Yani yaşadığı travmanın etkisiyle bir kuyunun dibinde kendiyle baş başa kalan Toru’ya eşlik etmenin de bir sınırı olmalıydı. Tabii ki yarı yaşımda böyle düşünmezdim, tüm kitaplarını çoktan silip süpürüvermiştim ayrı konu.


 İkinci Dünya Savaşı’nda Japonya bende Nagasaki ve Hiroşima gibi tüyler ürpertici iki facianın mağduruydu uzun süre. Bu durum Mo Yan’ın Kızıl Darı Tarlaları’yla sarsılmış, Zemberekkuşu’nun Güncesi’yle iyiden iyiye aydınlanmış oldu. Küçücük bir ülke olan Japonya’nın Çin’le, Rusya’yla savaşları, esir olan askerlerin yaşadıkları, Sovyetler’in iç işleyişi tüyler ürperticiydi. İşin aslı bu tip bilgileri roman aralarında almak hoşuma gidiyor. Murakami de böyle bir konuyu anlatmak için oldukça uzun bölümler ayırmış. Öte yandan gelin de canlı canlı derisi yüzülen insanların anlatıldığı kısımları okuyun. Cengiz'in torunları artık ezilen de olsalar vahşetlerinden birşey kaybetmemiş halleriyle akıllarda, (deri yüzülmesini bir Rus emrederek bir Moğol'a yaptırıyor)... Dünyanın başka bir coğrafyasındaki savaşa tanık olurken, yüzünde mavi leke olan ve tüm bir hayvanat bahçesinin katledilmesine tanık olmak zorunda kalan yüzü mavi lekeli veterinerle Toru arasında bağlantı kurmak, para kazanmaya başlayışı, lanetli ev, May Kasahara, Girit, Malta Kano, Tarçın, Muskat Akasaka, evet her şey detaylandırılarak anlatılmış. Ve tabii geleneksel toplumların ağır yaralarından biri kapalı kapılar ardındaki ensest ilişki, taciz, tecavüzün gelip tam da ortaya oturuvermesi… Dedim ya okurken kimin romanında olduğumu hep hatırlayıp en olumsuza hazırladım kendimi… Sonuç mu? Siz de okuyun sonra konuşalım derim… 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...